Kaybedenler Kulübü - 17 şubat 2012
HTML-код
- Опубликовано: 24 дек 2024
- Her hikâye anlatılmaya değerdir;
"kaybedenler kulübü bir erken doğumdu. radyoculuğun bugünkü noktasında ancak yapılabilecek bir projeydi..."
Sinan: Gerilmeyin, sadece sohbet edeceğiz. Formatımızı biliyorsunuz zaten?
Kaan Çaydamlı: Evet, formatınıza göre sen provokatörsün! Tespit ettik onu! (Kahkahalar)
Sinan: Yayınlanmasını istemediğiniz konulara girersek uyarırsınız bizi.
Kaan Çaydamlı: Yok abi, ne söylersek o.
Ulvi: Şenol’unkinde canımız çıktı tabii! Neresini keseceğiz, ne yapacağız diye! (Kahkahalar)
Sinan: Evet lütfen! Çok küfür etmezseniz seviniriz yani. Bir noktadan sonra düzeltmeye çalışırken anlamı korumak için k.çımızı yırtıyoruz.
Kaan Çaydamlı: Bütünü içinde değil mi?
Sinan: Bir noktaya kadar argoda sorun olmuyor da… Aşırı argo sözcükleri değiştirince, sohbetteki lezzet metne yansıyamıyor. Yok, küfür edecekseniz edin de…
Ulvi: Edin de yani adam gibi edin! (Kahkahalar)
Sinan: “Kaybedenler Kulübü” Filmi üzerine konuşmayacağız sizinle. Asıl derdimiz “Kaybedenler Kulübü”nün kendisi, kendi hikâyesi. Sizin kişisel serüvenleriniz… Filme de gireceğiz elbette kıyısından bucağından.
Mehmet Öztekin: Ben de onu tercih ederim doğrusu.
Sinan: Mehmet, ortada bir hikâye var. Bu hikâyeyi anlatılmaya değer kılan şey neydi sence?
Mehmet Öztekin: Hmmm… Benim İstanbul’a yeni geldiğim dönemdi.
Ulvi: Eskişehir’den mi?
Mehmet Öztekin: Yok İzmir’den… Daha önce hiç bir yerde söylemedim, ben bir radyo programı yapıyordum zaten o yıllarda. “Gamlı Baykuş” adında bir programdı... Yani radyoculukla çok ilgiliydim o dönemde. Özel radyoların yeni açıldığı dönemdi. “Gamlı Baykuş”, format olarak Kaybedenler Kulübü’nün tamamen aksi yönde bir radyo programıydı. Mesela Nirvana’ya özel bir program… Sırf o Seattle Sound’dan bahsedip, teknik bilgi verip, hiç bir telefon bağlantısı almayan bir programdı. Yani istekten tutun da canlı bağlantı, ıvır zıvır, övgü yergi telefonu almayıp, radyoda sadece iki saatlik bir program yapıp bitiriyordum. Konsept programlar yapıyordum… Aslında biraz saçma bir hareketti, çünkü o dönem tam da özel radyoların kurulmasıyla radyoda özgürlüğün başladığı dönemdi ve ben TRT formatında bir program yapıyordum! Kaan’la tanışmamız o döneme denk geldi. Bir ortak arkadaşımız Kaan’dan çok bahsetmişti bana. Derken sinema sevdasıyla İstanbul’da olmak gerektiğinde Kaan’da kalmaya başladım.
Sinan: Neredeydin o zamana kadar?
Mehmet Öztekin: İzmir’deydim. Okuyordum. Radyo çok fazla hayatımdaydı son 2-3 yıl boyunca…
Kaan Çaydamlı: Radyo yönetiyordun sen galiba?
Mehmet Öztekin: Ha evet! Radyo yönetme işi Antalya’daydı. Program yapıyordum Antalya’da. E Medya’nın yeni kurduğu radyonun başına geçmiştim bir dönem. 3-5 ay orada kaldım.
Sinan: Radyo sevdasından sinema sevdasına?
Mehmet Öztekin: Radyo artık tiksinti verici bir hale geldi benim için. Radyo dinlemez hale geldim, o kadar yani. Ama korkunç film seyrediyordum bak. Mesai gibi… Günde dört tane film seyrediyordum. Abartmıyorum, her gün üç ya da dört film… O yüzden de radyo dinlemeye zaman kalmıyordu zaten. Bu arada işte Taksim’e gidiyorum, o zamanlar Hanif Han’da çalışıyorum, yapım şirketinde. Radyo da Gümüşsuyu’nda… On dakikalık bir yürüyüş mesafesinde yani… On dakikalık mesafede ama, nadiren gidiyorum radyoya. Hani eğer çok da yapacak bir iş yoksa, gidecek daha iyi bir yer yoksa falan Kaan’la konuşuyoruz, “haydi gel radyoya” diyor, birkaç bira alıp gidiyorum. Orada, stüdyoda öylece oturup dinliyorum onları. Ya ben radyo programını radyoda dinlerdim. Öyle herkes gibi evde radyo açıp dinlemezdim yani… (Gülüşmeler)
Sinan: Canlı canlı?
Mehmet Öztekin: Gerçi evde de radyo yoktu ki, nereden dinleyecektim yani? Neyse, yine bir akşam stüdyoda Kaan’ları dinlerken, bir trenin üzerine konan bir arı hikâyesi anlatmaya başladı herif! Zaten ara ara dinlerken, ağır laflar ettiklerine birçok kez tanık olmuştum. Bana göre çok iyi program yapıyordu herifler. Ama o hikayede beni etkileyen şey ritmdi… Şimdi çok fazla hatırlamıyorum hikayeyi ama çok iyi hatırladığım bir şey var. Dinlerken hikaye bir anda korkunç bir görsellik kazanıvermişti kafamın içerisinde. Acaip, sürreal bir sürü görüntü. Kaan hikayeyi anlatmaya devam ederken bir süre sonra koptuğumu hatırlıyorum. Bir ritm oluştu kafamın içerisinde. Bu benim sinemada çok inandığım bir şeydir. Bir ritm başlar ve artık o dakikadan sonra kendi yolunu kendi bulur! Sizin ne yazdığınız, ne oynattığınız, ne çektiğiniz önemli değildir. Yani film, kendi şiirini kendi yaratır. Kaan’ın anlatımında da öyle bir atmosfer doğdu. Çok ilginç bir yere, hikayenin tam kırılma noktasına geldi ve çok dağıttı hikayeyi… Toparlayamayacak diye düşündüm, hatırlıyorum inanılmaz bir şeyle nasıl toparladı, toparlayıp bitiriverdi… Hikaye bitti ve Kaan hemen hiç vakit kaybetmeden tekrar standardına döndü. İşte bir telefon çaldı ve “sizinle yatmış mıydık? “hayır!”… Kaybedenler Kulübü formatına dönüverdi…
Devamı yorumda..
Kaan’ın arada anlattığı bu trenin üzerine konan arı hikayesi beş dakika falan sürdü. Ve o hikâyeyi bitirdiğinde kafamda beliren görsellik üzerin “bunu yazmak istiyorum, senaryolaştırmak istiyorum” dediğimi hatırlıyorum. Ki ilk yazdığım Kaybedenler Kulübü’nün açılış sahnesi böyledir zaten. Radyodaki Kaan karakterinin sesi altında böyle görsel bir şey vardır, bir sekans vardır... Radyo stüdyosunda bir flaşın patlamasıyla biter. Yani stüdyoyu sadece bir saniye görürüz bütün o sekans içerisinde ama sesi hep duyarız. Ben o sahneyi daha sinopsisi yazmadan önce yazmıştım bile… Bunun senaryosunu yazacağım dediğim anda o sahneyi yazdım ve bir kenara koydum. Ondan sonra sinopsise oturdum. Benzer bir şey bu senaryoda da oldu. Bu senaryoda da önce final sahnesini yazıp kenara koydum, sonra oturdum ikinci versiyonunu yazdım.
Sinan: Programın üzerinden yıllar geçti. Yıllar sonra bu hikâyeyi bir sinema filmine dönüştürmeyi tetikleyen şeyi merak ediyorum. Bugünün izleyicisini enterese edeceğini düşündüren şey nedir sana?
Mehmet Öztekin: O biraz benim yaklaşımımla ilgili tabii…
Sinan: Bak ama, sorudaki şeye bak! (Gülüşmeler)
Mehmet Öztekin: Bir ağırlık var, yani ne yapacağımı şaşırdım! (Kahkahalar)
Kaan Çaydamlı: Ben bir tek Ulvi’nin sorularına cevap vereceğim! (Kahkahalar)
Mehmet Öztekin: Şimdi orada şöyle bir durum var. Aslında her hikaye anlatılmaya değerdir. Eğer sen onu doğru aktarabiliyorsan elbette. Anlatılan şeyin çok fazla bir önemi olduğunu düşünmüyorum, önemli olan onu doğru anlatabilmek, doğru aktarabilmek. Kaybedenler Kulübü için de böyle. Bunun üzerinde çok düşündüm, biraz şuna benziyor: piyanonun icat edildiği dönemde Beethoven gibi birinin dünyaya gelmiş olması, bugün doğmuş çok iyi besteciler için çok büyük talihsizlik mesela… Bence Kaybedenler Kulübü’nün özel radyolar furyasındaki durumu buydu. Aslına bakarsan Kaybedenler Kulübü gibi bir program ancak bugün yapılmaya başlanabilirdi…
Sinan: Bir tür erken doğum muydu yani?
Mehmet Öztekin: Evet, bence bir erken doğumdu! Nitekim bu senaryoyu çok yere götürdüm ben. Öyle bir an geldi ki, “yok, bu iş olamayacak, bunu bir kenara koyalım” dedik. Senaryoyu götürdüğümüz herkesin tavrı, yorumu aynıydı neredeyse… “Hmmm çok güzel, çok sofistike!” Yani “ben bundan bir bok anlamadım” demenin en kibar versiyonuyla karşılık verdi prodüktörler…
Sinan: Orada bir durmanı isteyeceğim ve Kaan sana bir soru yönelteceğim hemen. Bu senin hikâyen sonuçta… Seni ve senin yaşadıklarını anlatıyor film. Bütün bunları “şan olsun” diye mi yaptın abi?
Kaan Çaydamlı: Pardon? Şan olsun derken?
Sinan: Bir gün birilerinin çıkıp bunları anlatacağını, başkalarına taşıyacağını düşünerek mi yaşadın yani?
Kaan Çaydamlı: Öyle bir şey söz konusu değil. Terk edilmiştim! Evimde üst kata, küçük bir odaya sığınmıştım. Madem öyle, nasıl başladığımı anlatayım… Mühendislik yapıyorum, kötü bir ilişkim var, eve gitmek istemiyorum ve günde on üç saat, on dört saat, on beş saat hafta sonu dahil çalışıyorum… Eve geldiğimde de uyumaya karşı bir direnme hali… Koltuğa oturuyorum, özel radyolar başlamış o sıralar, açıyorum ve dinliyorum saatlerce…
Sinan: Sene kaç tam olarak?
Kaan Çaydamlı: Yeni başladığı yıllar! 90’lar falan… Belki 90’ların hemen başı… Bende bir takım mekanizmalar böyle çalışıyor. Fark etmeden bir şeye odaklanıyorum, biraz Mehmet’in günde dört tane film seyretmesi gibi bir şey bu… Bir gün kendimi radyo programı yapmak isterken, radyoda konuşmak isterken yakaladım. Kadıköy’de oturuyoruz bir arkadaşla. Ahmet Özgür’dü galiba, ses sistemini yapıyordu Kent FM’in. Kadıköy’deyiz, “e hadi gidelim konuşalım, sen bir şey yap” dedi orada… “İyi gidelim bakalım” dedim, gittik. Gece Fanzini diye bir gece programı yaptım. Bir de “Kitapsız” diye bir kitap programı yapıyordum. Kitaptan hiç bahsetmediğim bir kitap programıydı… Radyoya başlamam böyle oldu. Birden bire… Hazır buldum kendimi ve gittim başladım… Kaybedenler Kulübü formatı aslında Gece Fanzini’nde biraz çalışılmış bir format oldu… Küçük bir eğitim oldu yani… Sonra radyo Gümüşsuyu’na geçti. Bu arada bizi Açık Radyo ’ya davet ettiler ve Açık Radyo’ya gittik… Ya ben soruyu kaçırdım galiba? Doğru gidiyor muyuz?
Ulvi: Evet doğru gidiyoruz…
Kalesine sağlık.
Admin bir ara netd deki görüntülü canlı yayınları organize ederseniz biz de nasiplenmiş oluruz. Görüntülü olması şart değil ses de yeter
Aç karnına yemek yenir mi ya
Kaç gündür hicbirsey olamıyorum hissedemiyorum hiçbir şey. Hatta kaç aydır. Lan enerjiyle seneni aradığın zamanı hatırla amaaan yapıp. Medyayı aradığını... Hatta yalnızlığından başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadığın o doğallığını.....
demek öyle
heeeeğ amirler
Hmmm demek ne kadar sofistike ve bi o kadarda bilmukabele bir durum oldu