Kalite, kalite,kalite işte bu ve hikayesi... Suskun ve tutkun yıldız Zaman ve su ikisi de geçiyor ömrümüz gibi. Akşam olunca Aydın’dan uzatsam elimi Akdeniz’e, tutar mısın can Kıbrıs’tan. Görüyorsun ya nasıl da hayal ediyorum. Hayal ettiğim zaman alırım kalemi elime, susarım ve yazarım. Ne mi yazarım? Her şeyi yazarım. Seni yazmaya gelince ellerim titrer. Niçin mi? Kim gökyüzünde yıldızları toplamış ki ben de seni yazayım. Okula giderken servi ağaçlarının arasından geçmek beni yüzyıllar ötesine götürür. Sanki Divan edebiyatındaki servi boylu güzellerin arasında gidiyorum. Şimdi oralara bahar gelmiştir. Sen de kır çiçeklerini düşün, düşün ki tabiat bin bir renkli, cicili bicili elbisesini giymiştir. Onlar da uzaksa sana her gece yıldızları düşün. Ben de geceleri Dolunay’ı düşünüyorum. Dolunay’ı tanımadığını biliyorum. Sana biraz ondan söz edeyim. Onu iktisat fakültesinde okurken, ilk yılımda sonbaharda tanıdım. Keşke sen de onu tanısaydın. Şeker mi şeker bir kızdı. O hem suskun hem de tutkundu. Suskundu ama gece gökyüzünde yıldız gibiydi. Öyle ki hastalandığında bile bana yardım etmişti. Düşünüyor musun hastalandığında bile hem öksürüyor hem de bana cevap veriyor ve “Beni bu güzel havalar mahvetti” diyordu. Suskundu, ağustos göklerinde başının üzerinde geçen bulut, mayıs gülü, nisan yağmuru gibi naz uykularındaydı. O kuyumcu ki bir kırat elması sabırla işler, hazine yapardı. Dolunay şimdi uzaklarda hem de çok uzaklarda bir yıldız olmuştur bile. O hem suskun hem de tutkundu. Şimdi ben de dürüst ve içten, olgun ve anlayışlı Dolunay’ı düşünüyorum. Onun simsiyah ve dümdüz saçları vardı. Ayın on dördünde yıldızsız gecenin tülünü başına örter gibi omuzlarına değer, yüzünün etrafından gölgede kalmış bir avuç güneş tutulmasıydı o ipek saçları. O suskundu onun saçları da suskundu. Suskun olmasaydı darmadağın olurdu. Yani suskunluk disiplin, sevgi ve aklın yoluydu. Darmadağın saçlar hırçın dalgalar gibidir ama düz saçlar durgun sulara benzerler ve daima derin akarlar. Saçlarını kısaltmış diye duymuştum, çok sempatik olduğunu anlattılar. Doğrusu onu bu kısa saçlarla görmek isterdim. Katran karası gecelerin seher yıldızı, kömür mü kömür, kara mı kara sevene bela gözleri var ya, işte onlar da tutkundu. Tutkun gözler sır ve ölçünün işaretiydi. Bakıyor, görüyor ve seviyordu. O gözler aklın danışmanı, gönül kapısının posta kutusuydu. Yok, posta kutusu değil, ruhuydu, ta kendisiydi. O gözleri terazinin kefelerine benzet ve düşün. İşleyeceği elmasları burada tartar ve burada alırdı. Bu da onun ölçüsüydü. Onun gözleri gökten inmiş kutsal kitaplar gibiydi. Küçük bir yansımayla o gözlerden hem huzur hem de güven görünürdü. Geleceği görür, geçmişi severdi. Bir bakışı bir dünya idi. Uzaydan gelip o dünyanın yeryüzüne inmek isterdim. Atmosfere benzer o incecik gözlükleri gözlüksüz halinden daha çok yakışıyordu ona. Kaşlarını unuttuğumu sanmayın. Hayır, unutmadım. Onlar da o dünyanın uydularıydı. Kendisi dolunay kaşları hilaldi. Onlar Avusturalyalı yerlilerin kullandığı avcılık aleti bumerangdı adeta. Efendilerine yani o dünyalara hizmet ederlerdi. Onların varlık sebebi o dünyalardı. Gözüyle kaşı arasındaki ok misali kirpikleri, topsuz tüfeksiz zamanların kapıkulu askerleriydi. Dokunduğu varlık sağlıklı ise hasta, hasta ise sağlıklı olabilir. Ben ekonomistim. Doktor olsaydım bu okların açtığı yaralar benim işim olabilirdi. Kimi zaman atılan okların etkisini bilmeden atarız ve bir şeylere sebep oluruz. O incecik dudakları bana Ahmet Haşim’in Karanfil şiirini hatırlatır. Haşim, Karanfil şiirinde “Yarin dudağından getirilmiş / Bir katre alevdir bu karanfil.” Ne diyelim, sadece karanfil. Suskun yüzündeki tutkun tebessümün ayaklarına yansıması yürüyüşünü değiştirirdi. Ayak bileğindeki mavi gümüş halhalın incecik şıngırtısı Züleyha’yı hatırlatırdı bana. Esmer teninin altındaki kırlangıç gibi yerinde duramayan bedeni, çöldeki vaha gibi susuzluğunu giderirdi bakanların. Yüzüne baktıkça ruhum buharlaşırdı. Sezdirmeden kendine öyle bir bağlamıştı ki, artık onu görmeye muhtaç bir dilenci olmuştum. Çünkü o yüz, beni başka dünyalara götürürdü. Onun içindir ki o yüz ne sihir ne de büyü, ne de kerametti. Kutsal kitap gibi bir yaşam biçimiydi. Kimi zaman yanık, kimi zaman oynak türküleri bu küçük hanım için bestelemek; o ah le yar, dedikçe ben de Erzurum çarşı pazar, demek isterdim. Bu kültürüne düşkün türkü hastasına. Anlayacağın o hem suskun hem de tutkundu. Suskundu idealist ve yapıcıydı, tutkundu ılımlı ve yardımseverdi. Hayata ve sevgiye sıkı sıkıya dört elle sarılmıştı. Attığı her adımı, konuştuğu her sözü ince eler sık dokurdu, bir kilim misali. Onun hayatında aksilikler de olmuyor değil, o da oluyordu. Bu aksilikler en hünerli inci avcılarına bile vurgun yedirir türdendi, ezilse de ezildikçe hayat bulurdu. Başarı onun sözlüğünde başarmak fiili olarak yazılmış, şiir ise onun için kır gezisiydi. Güzel çiçekleri toplarcasına güzel şiirleri görünce dayanamaz ya kitabını alır ya da kasetini. Onun için akrostiş tarzında iki şiir yazıp birini vermiştim. Bana “şiirlerinden çok yazılarını beğeniyorum” demişti. İlham perilerim geldikçe ara sıra şiir yazdıkça hep onu hatırlarım. O, akrostiş kelimesindeki a ve o harfi kadar sert, r harfi kadar akıcı, s harfi kadar sızıcı, i harfi kadar ince ş harfi kadar şirindi. Ruhuyla bedeni, adı ile soyadı gibi bir bütündü. Bu bütünlük giyimine, dış dünyasına da yansımıştı. Sade ama şık ve güzel giyinirdi. Özellikle abartıya varmayan ruju ve parfümüne en azından elbisesi kadar önem verirdi. Ona siyah ve kırmızı pek yakışırdı. Onu tanıdıkça içtenliği, samimiyeti ve gülen gözleri fark ettim. İlk gördüğümde farklı biri olduğunu anlamıştım. Onu özgün yapan kendine duyduğu saygıydı. Takdir edersiniz ki gören gözler susan gönüller asla yazılmaz. Gözdür bakar, kalptir akar, candır taşar, yanan ten söner, dolan kalp boşalır bir gün. Faruk Nafiz’in Firari şiirini hatırlar mısın? Bu şiirde: “Sana çirkin dediler düşmanı oldum güzelim / Sana kâfir dediler diş biledim hakka bile” işte Dolunay böyle biriydi, adı gibi dolu dolu Dolunay’dı. Sımsıcak güler yüzlü ama her zaman herkesin gönlüne doğmayan bir dolunay bu Dolunay. O hem suskun hem de tutkun bir yıldızdı. Onu böyle değil de aylara - günlere - ya da şairlere, yazarlara göre yazmayı çok isterdim. Bir gün gelecek onu temsilen şairlere, şiirlere, günlere ve güllere benzeterek yazacağım bir gün. O yaşayan bir hikâye değil anlatılan bir destan olarak her şeye layık küçük bir hanımefendiydi. Tanısaydın sen de severdin bu şeker kızı. Şeker mi şerbet mi bilemiyorum fakat bildiğim tek bir şey vardı o da bir içim suydu. Onun penceresinden görebildiğim kadar fiziksel ve ruhsal olarak şimdilik bu kadar anlatabilirim. Ha! Biraz da ondan şikâyetçiydim. Bir, hızlı araba kullanıyordu, iki sağlığına dikkat etmiyordu, üç telefon numarasını istediğim günden itibaren üç gün sonra vermişti. Suskunluğu taht, baht, istikbal; tutkunluğu ise feraset, zarafetti. Sır yapardı petekteki balı. Şu an karşımda olsaydı bir demet çiçek, kenarı mavi oyalı bir mendil ve bu yazıyı vermeyi çok arzu ederdim. Hoşça kal, sağlıcakla kal. E. Korkmaz
Bu türkü benim çoçukluğmun anıları keklik emine ablamın kuvsğında büyüyüdüm bu anılar hep hatırlarım beni za.man zaman ağlatır emine anlamın poşusunu kokusu halen burnunda anımsarım emine abladan tek hatıra kızı Güldane bu yakında ankara giderdsem ankarada bulacağım anılarımı tazeliyeceğim türkünün geçmiş olduğu yer Tonus şimdiki adı Altınyayla be 12 yaşıma kadar Tonusta yaşadım Talibi coşkun da emine ablada hep akraba Bize Hassükler derler 14 köyde yakın akraba asirettifir
Kalite, kalite,kalite işte bu ve hikayesi...
Suskun ve tutkun yıldız
Zaman ve su ikisi de geçiyor ömrümüz gibi. Akşam olunca Aydın’dan uzatsam elimi Akdeniz’e, tutar mısın can Kıbrıs’tan. Görüyorsun ya nasıl da hayal ediyorum. Hayal ettiğim zaman alırım kalemi elime, susarım ve yazarım. Ne mi yazarım? Her şeyi yazarım. Seni yazmaya gelince ellerim titrer. Niçin mi? Kim gökyüzünde yıldızları toplamış ki ben de seni yazayım.
Okula giderken servi ağaçlarının arasından geçmek beni yüzyıllar ötesine götürür. Sanki Divan edebiyatındaki servi boylu güzellerin arasında gidiyorum. Şimdi oralara bahar gelmiştir. Sen de kır çiçeklerini düşün, düşün ki tabiat bin bir renkli, cicili bicili elbisesini giymiştir. Onlar da uzaksa sana her gece yıldızları düşün. Ben de geceleri Dolunay’ı düşünüyorum. Dolunay’ı tanımadığını biliyorum. Sana biraz ondan söz edeyim. Onu iktisat fakültesinde okurken, ilk yılımda sonbaharda tanıdım. Keşke sen de onu tanısaydın. Şeker mi şeker bir kızdı.
O hem suskun hem de tutkundu. Suskundu ama gece gökyüzünde yıldız gibiydi. Öyle ki hastalandığında bile bana yardım etmişti. Düşünüyor musun hastalandığında bile hem öksürüyor hem de bana cevap veriyor ve “Beni bu güzel havalar mahvetti” diyordu. Suskundu, ağustos göklerinde başının üzerinde geçen bulut, mayıs gülü, nisan yağmuru gibi naz uykularındaydı. O kuyumcu ki bir kırat elması sabırla işler, hazine yapardı. Dolunay şimdi uzaklarda hem de çok uzaklarda bir yıldız olmuştur bile.
O hem suskun hem de tutkundu. Şimdi ben de dürüst ve içten, olgun ve anlayışlı Dolunay’ı düşünüyorum. Onun simsiyah ve dümdüz saçları vardı. Ayın on dördünde yıldızsız gecenin tülünü başına örter gibi omuzlarına değer, yüzünün etrafından gölgede kalmış bir avuç güneş tutulmasıydı o ipek saçları. O suskundu onun saçları da suskundu. Suskun olmasaydı darmadağın olurdu. Yani suskunluk disiplin, sevgi ve aklın yoluydu. Darmadağın saçlar hırçın dalgalar gibidir ama düz saçlar durgun sulara benzerler ve daima derin akarlar. Saçlarını kısaltmış diye duymuştum, çok sempatik olduğunu anlattılar. Doğrusu onu bu kısa saçlarla görmek isterdim.
Katran karası gecelerin seher yıldızı, kömür mü kömür, kara mı kara sevene bela gözleri var ya, işte onlar da tutkundu. Tutkun gözler sır ve ölçünün işaretiydi. Bakıyor, görüyor ve seviyordu. O gözler aklın danışmanı, gönül kapısının posta kutusuydu. Yok, posta kutusu değil, ruhuydu, ta kendisiydi. O gözleri terazinin kefelerine benzet ve düşün. İşleyeceği elmasları burada tartar ve burada alırdı. Bu da onun ölçüsüydü. Onun gözleri gökten inmiş kutsal kitaplar gibiydi. Küçük bir yansımayla o gözlerden hem huzur hem de güven görünürdü. Geleceği görür, geçmişi severdi. Bir bakışı bir dünya idi. Uzaydan gelip o dünyanın yeryüzüne inmek isterdim. Atmosfere benzer o incecik gözlükleri gözlüksüz halinden daha çok yakışıyordu ona. Kaşlarını unuttuğumu sanmayın. Hayır, unutmadım. Onlar da o dünyanın uydularıydı. Kendisi dolunay kaşları hilaldi. Onlar Avusturalyalı yerlilerin kullandığı avcılık aleti bumerangdı adeta. Efendilerine yani o dünyalara hizmet ederlerdi. Onların varlık sebebi o dünyalardı. Gözüyle kaşı arasındaki ok misali kirpikleri, topsuz tüfeksiz zamanların kapıkulu askerleriydi. Dokunduğu varlık sağlıklı ise hasta, hasta ise sağlıklı olabilir. Ben ekonomistim. Doktor olsaydım bu okların açtığı yaralar benim işim olabilirdi. Kimi zaman atılan okların etkisini bilmeden atarız ve bir şeylere sebep oluruz.
O incecik dudakları bana Ahmet Haşim’in Karanfil şiirini hatırlatır. Haşim, Karanfil şiirinde “Yarin dudağından getirilmiş / Bir katre alevdir bu karanfil.” Ne diyelim, sadece karanfil. Suskun yüzündeki tutkun tebessümün ayaklarına yansıması yürüyüşünü değiştirirdi. Ayak bileğindeki mavi gümüş halhalın incecik şıngırtısı Züleyha’yı hatırlatırdı bana. Esmer teninin altındaki kırlangıç gibi yerinde duramayan bedeni, çöldeki vaha gibi susuzluğunu giderirdi bakanların. Yüzüne baktıkça ruhum buharlaşırdı. Sezdirmeden kendine öyle bir bağlamıştı ki, artık onu görmeye muhtaç bir dilenci olmuştum. Çünkü o yüz, beni başka dünyalara götürürdü. Onun içindir ki o yüz ne sihir ne de büyü, ne de kerametti. Kutsal kitap gibi bir yaşam biçimiydi. Kimi zaman yanık, kimi zaman oynak türküleri bu küçük hanım için bestelemek; o ah le yar, dedikçe ben de Erzurum çarşı pazar, demek isterdim. Bu kültürüne düşkün türkü hastasına.
Anlayacağın o hem suskun hem de tutkundu. Suskundu idealist ve yapıcıydı, tutkundu ılımlı ve yardımseverdi. Hayata ve sevgiye sıkı sıkıya dört elle sarılmıştı. Attığı her adımı, konuştuğu her sözü ince eler sık dokurdu, bir kilim misali. Onun hayatında aksilikler de olmuyor değil, o da oluyordu. Bu aksilikler en hünerli inci avcılarına bile vurgun yedirir türdendi, ezilse de ezildikçe hayat bulurdu. Başarı onun sözlüğünde başarmak fiili olarak yazılmış, şiir ise onun için kır gezisiydi. Güzel çiçekleri toplarcasına güzel şiirleri görünce dayanamaz ya kitabını alır ya da kasetini. Onun için akrostiş tarzında iki şiir yazıp birini vermiştim. Bana “şiirlerinden çok yazılarını beğeniyorum” demişti. İlham perilerim geldikçe ara sıra şiir yazdıkça hep onu hatırlarım. O, akrostiş kelimesindeki a ve o harfi kadar sert, r harfi kadar akıcı, s harfi kadar sızıcı, i harfi kadar ince ş harfi kadar şirindi.
Ruhuyla bedeni, adı ile soyadı gibi bir bütündü. Bu bütünlük giyimine, dış dünyasına da yansımıştı. Sade ama şık ve güzel giyinirdi. Özellikle abartıya varmayan ruju ve parfümüne en azından elbisesi kadar önem verirdi. Ona siyah ve kırmızı pek yakışırdı. Onu tanıdıkça içtenliği, samimiyeti ve gülen gözleri fark ettim. İlk gördüğümde farklı biri olduğunu anlamıştım. Onu özgün yapan kendine duyduğu saygıydı. Takdir edersiniz ki gören gözler susan gönüller asla yazılmaz. Gözdür bakar, kalptir akar, candır taşar, yanan ten söner, dolan kalp boşalır bir gün. Faruk Nafiz’in Firari şiirini hatırlar mısın? Bu şiirde: “Sana çirkin dediler düşmanı oldum güzelim / Sana kâfir dediler diş biledim hakka bile” işte Dolunay böyle biriydi, adı gibi dolu dolu Dolunay’dı. Sımsıcak güler yüzlü ama her zaman herkesin gönlüne doğmayan bir dolunay bu Dolunay.
O hem suskun hem de tutkun bir yıldızdı. Onu böyle değil de aylara - günlere - ya da şairlere, yazarlara göre yazmayı çok isterdim. Bir gün gelecek onu temsilen şairlere, şiirlere, günlere ve güllere benzeterek yazacağım bir gün. O yaşayan bir hikâye değil anlatılan bir destan olarak her şeye layık küçük bir hanımefendiydi. Tanısaydın sen de severdin bu şeker kızı. Şeker mi şerbet mi bilemiyorum fakat bildiğim tek bir şey vardı o da bir içim suydu. Onun penceresinden görebildiğim kadar fiziksel ve ruhsal olarak şimdilik bu kadar anlatabilirim. Ha! Biraz da ondan şikâyetçiydim. Bir, hızlı araba kullanıyordu, iki sağlığına dikkat etmiyordu, üç telefon numarasını istediğim günden itibaren üç gün sonra vermişti. Suskunluğu taht, baht, istikbal; tutkunluğu ise feraset, zarafetti. Sır yapardı petekteki balı. Şu an karşımda olsaydı bir demet çiçek, kenarı mavi oyalı bir mendil ve bu yazıyı vermeyi çok arzu ederdim. Hoşça kal, sağlıcakla kal. E. Korkmaz
Bu türkü benim çoçukluğmun anıları keklik emine ablamın kuvsğında büyüyüdüm bu anılar hep hatırlarım beni za.man zaman ağlatır emine anlamın poşusunu kokusu halen burnunda anımsarım emine abladan tek hatıra kızı Güldane bu yakında ankara giderdsem ankarada bulacağım anılarımı tazeliyeceğim türkünün geçmiş olduğu yer Tonus şimdiki adı Altınyayla be 12 yaşıma kadar Tonusta yaşadım Talibi coşkun da emine ablada hep akraba Bize Hassükler derler 14 köyde yakın akraba asirettifir
Turkulerin sultanı 👏👏
Ağzına saglik
Emeğinize sağlık
Harika harika harika
Müzisyenler türküye çok güzel giriş yapmışlar. Aysun hanım da güzel okuyor hani.
En iyi okuyan sanat ci özüne sadık yorumlamakta
Başlıkta yanlışınız var,bu türkü şarkışla ilçesine değil altınyaylaya yazılmıştır lütfen bilgi kirliliği yaratmayalım...
Türkü Altınyayla'ya aittir. Eski adı ile Tonos.
Şarkışla türküsü değil Altınyayla türküsüdür
Bilgi için teşekkürler en kısa zamanda düzelteceğim ☺
@@harbidenmi3875 hassasiyetiniz için teşekkürler
Nerenin türküsü olduğu umrumda bile değil. Mükemmel bir eser. İsterse Rum türküsü olsun, bana ne. O tartışmalara giremem.