Başlarken - Geçmişten Günümüze Düşüncenin Yolculuğu (I)

Поделиться
HTML-код
  • Опубликовано: 8 сен 2024
  • DESCARTES’TAN DELEUZE’E DÜŞÜNCENİN YOLCULUĞU
    Yeni başladığımız “Geçmişten Günümüze Düşüncenin Yolculuğu” bölümümüzün ilk konusu 2007’de kaybettiğimiz ODTÜ’nün efsaneleşmiş hocası Ulus Baker’in 1998 yılında ODTÜ’de verdiği “Sanat ve Arzu” isimli felsefe ve sanat üzerine olan seminer dizisi. Dokuz bölümden oluşan bu seminer dizisinin kayıtları felsefe tarihinin çağdaş felsefe penceresinden sunulmuş panoramik bir özeti niteliğinde. Bu seminer dizisi için yoğunlaştırılmış ve adeta kristalize olmuş bir felsefe performansı denilebilir. Bu yüzden çağdaş felsefeye çok aşina olmayanlar için Ulus Baker’in seminer dizisine başlamadan önce, konuya giriş ve başlangıç niteliğinde olması açısından, Hakan Atay’ın konuyla ilgili 2016’da verdiği başka bir konferansın kaydığını ilk başta yayınlamayı uygun gördük. Ayrıca aşağıda, en altta seminerin sonradan basılan kitabına da ulaşabileceğiniz linkte bulunmakta.
    Bu videoda Hakan Atay Ulus Baker’i ve 1998 yılında verdiği semineri değerlendiriyor. Ulus Baker’in ele aldığı felsefi konulara ve kavramlara hazırlık niteliğinde olan bu videoda felsefe severlerin konuları daha rahat anlaması açısından önemli bilgilere ve açıklamalara yer veriliyor. Atay Ulus Baker’i anlatırken Deleuze’le olan paralelliklerini ortaya koyuyor. Ulus Baker’in de Deleuze’ün zamanında Fransa’da verdiği felsefe derslerinde ortaya koyduğu performansın bir benzerini sergilediğini söylüyor. Deleuze ve Ulus Baker’in benzer biçimde; felsefe tarihini düşüncenin yolculuğu olarak ele aldıklarını anlatıyor. Hakan Atay Descartes’dan Deleuze’e uzanarak “düşünce” denen olgunun ne olduğu, nasıl bir yolculuk geçirdiğini, felsefe tarihi içinde nasıl ele alındığını ve günümüzde hangi risklerle karşı karşıya olduğunu Deleuze ve Ulus hocanın perspektifinden irdeliyor.
    (Not: Aşağıda, açıklamalar kısmının altındaki yorumlar bölümünde konuyu daha kolay anlamanıza yardımcı olabilecek bizim kendi yorumlarımız ve tavsiyelerimiz bulunuyor)
    ULUS BAKER KİMDİR:
    Ulus Baker (1960-2007) Kıbrıs asıllı sosyolog. ODTÜ’de Sosyoloji Bölümü ile GİSAM’da, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde dersler verdi. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi’ni (İletişim, 1988) hazırlayan kadroda yer aldı. Toplum ve Bilim dergisi yayın kurulu üyeliği yaptı. Başka dergilerin yanı sıra Birikim’de de yazıları yayımlandı. Gilles Deleuze’ün Kant, Spinoza ve Leibniz üzerine derslerini; İki Konferans: Yaratma Eylemi Nedir?; Müzikal Zaman ve Spinoza: Pratik Felsefe başlıklı kitaplarını Türkçe’ye kazandırdı. Yayımlanmış kitapları: Aşındırma Denemeleri; Kanaatlerden İmajlara: Duygular Sosyolojisine Doğru; Dolaylı Eylem; Beyin Ekran; Yüzeybilim: Fragmanlar; Aşındırma Denemeleri. Piyasada satılan kitaplarına için bknz: www.idefix.com/...
    KAYITLARI YAYINLANACAK BÖLÜM BAŞLIKLARI:
    1) “Bakış açısı” nedir?; görüş, kanı, kanaatle arasındaki farklar.
    2) Düşüncenin “kurtarılması”. - 17. yüzyılın sonsuzluk düşüncesi.
    3) Bakış açısı ve görelilik.
    4) Freud ve Lacan’da eksiklik olarak arzu; philia; Spinoza’da insanın özü olarak arzu.
    5) Spinoza, Simmel ve Vertov’u birlikte düşünmek.
    6) Kant’ın eleştiri felsefesi ve üç eleştirisi.
    7) 17. yüzyılın sonsuzluk ve çoğulluk anlayışları.
    8) Spinoza’da potestas [iktidar] ile potentia agendi [eyle me kudreti] ayrımı.
    9) Plotinos’un ışık metafiziği; lux ve lumen.
    Seminerin kitabına aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
    www.idefix.com/...
    HAKAN ATAY KİMDİR:
    1977 doğumlu olan Hakan Atay 2000 yılında ODTÜ Felsefe Bölümü'nden mezun oldu. 2003’te Bilkent Üniversitesinde Türk Edebiyatı üzerine yüksek lisansını tamamladı. Doktora tezini 2015 yılında New York Devlet Üniversitesi, Binghamton’da Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü'nde gerçekleştirdi. Halen mersin Üniversitesinde öğretim görevlisi olarak görev yapmakta. Ayrıntılı CV’si için bknz: apbs.mersin.edu...
    Hakan Atay’ın Piyasada Satılan Kitapları ve Çevirileri:
    www.idefix.com...
    .

Комментарии • 11

  • @PANDORAFELSEFE
    @PANDORAFELSEFE  6 лет назад +20

    Düşünce nedir, nasıl işler, nasıl ortaya çıkar? Felsefenin binlerce yıldır peşinde olduğu soru... İlk başta bu soru direk “düşünce” nedir diye ele alınmadı. İnsan nedir? sorusu olarak ilk ortaya çıktı. Felsefe tarihi içinde bu soru Descartes ile “akıl” nedir, nasıl ortaya çıkar? sorusuna dönüştü. Daha sonra Kant bu soruyu daha da geliştirdi ve düşünce ile aklı bir birinden ayrı ele alarak insanın anlamını saf akıl kavramı çevresinde irdeledi. Bu döneme modern dönem dendi. Husserl ile başlayan çağdaş felsefe sürecinde ise Heidegger akıldan ziyade düşünce kavramını öne çıkardı. Ve çağdaş felsefede soru artık düşünce nedire evrildi. Deleuze artık bu soruyu düşüncenin tehlikede olduğu ve kurtarılması gereken bir şey olduğu inancıyla ele almış ve felsefe yapmıştı. Ulus Baker’de buna katılıyordu.
    Burada anlatılan kavramların ve terimlerin bazılarını bilmeyebilirsiniz. Buna takılmayın. Felsefe ile uğraşan ve hatta uzmanı olduğunu söyleyen birçok kişide aslında bilmiyor ve gerçek anlamıyla filozofların her kavramını kavrayamıyor. Deleuze ve Ulus Baker’i anlayabilmenizin en kestirme yolu onlarla birlikte perdede veya ekranda oynayan bir filmin içinde olduğunuzu hayal etmeniz. Kendinizin ve diğerlerinin artık sadece imgeden ibaret olduğunuzu düşünün. “Düşünce” değiniz şeyinde bu filmin akışından başka bir şey olmadığına kendinizi inandırmaya çalışın. Yani ortada “özne” diye bir şey yok. Siz sadece filmdeki bir karakterden (failden) başka bir şey değilsiniz. Düşünüyorum diye sandığınız bu filmin kendisi. Aslında siz sadece bir filmi seyrediyorsunuz. Seyrettiğiniz film ve sizin “düşünce” değiniz şey aynı şey. Zihin bu filmin oynadığı mekan. “Benlik” ismini verdiğiniz de bu filmin kendi kendinin farkına varması. Kendi kendini seyretmesi. Bir gözün dışının içine geçip kendi içine bakabilmesi gibi. Filmin kendi kendini seyretmesini de gördüğünüzden bu durumu siz kendi kendinizi görüyor yani kendinizin farkına varıyor muşunuz gibi algılıyorsunuz. Bunada kendinin bilincine varma diyorsunuz. Çok kabaca ve basite indirgersek 2500 yıllık felsefe tarihinin Deleuze’a kadar gelen hikayesi bir bakıma bunu hayal edebilecek şekilde zihni eğitmek çabası denilebilir.
    Eğer böyle hayal edebilirseniz ya da en azından çabalarsanız Deleuze’ü ve Ulus Baker’i yavaş yavaş gerçek anlamıyla kavramaya başlarsınız. Söyledikleri kavramları gerçek hayattaki olaylara ve önceden duyduğunuz kavramlara benzetip bir anlam yakalamaya çalışmayın. Zihninizi serbest bırakın ve size anlamsız gibi gelen kavramların anlamlarını bir insan olarak değil de bir filmin içindeki imgeler olarak anlamı olabileceğini kavramaya çalışın. “İnsan” anlamı insanlarca uydurulmuş, mutlak özneye dayanan ve insanı merkeze koyup, tüm evreni insan için yaratıldığına inanmak isteyen bencil bir güç istenci sonucudur. Düşünmek; aslında bir sahnedeki (zihindeki) imgeler dünyasında, imgelerin bir biriyle karşılaşması, bir birine çarpması, bir yöne doğru akmaları v.b. hareketlerinden başka bir şey değil. Yani her şey görüntüden ibaret.
    İmgeler dünyasının kendisinde duygu yoktur. Sevgi, nefret, aşk, öfke yoktur. İmajlar bu akışları sürdürürken zihnin duvarlarına, zeminine çarptıkça duygulanımlar (affect) değiniz duygu dünyası ortaya çıkıyor. Bu zihnin biyolojik zeminin, duvarlarının bir tepkisidir. Zihindeki imgeler dünyasının fiziksel olarak hissettiğimiz etkisi duygulanımlar (affect’ler) şeklindedir. Aynı bir taşın bir duvara çarpmasında duvarda oluşan bir tepki, yankı gibi “duygulanımlar” dediğimiz, bizi biz yapan, insanın anlamını ortaya çıkartan etki ortaya çıkıyor. Duygulanımlar bir anlamda imgeler dünyasının zihnin duvarlarına düşen hissedilebilen gölgesidir adeta. Siz de buna “benim hislerim” gözüyle bakıyorsunuz. Bunu sahiplenip kendimize ait, bize özel bir şey sanıyoruz. Aslında imgeler dünyasının yani görüntünün biyolojik zemindeki yankısıdır. Sizin “benlik hissi” dediğiniz bu yankının kendisidir. Saliseler içinde ortaya çıkıp kaybolan ama peş peşe dalgalar şeklinde süren bir yankılanma. Tüm o sevgi, nefret, aşk, mutluluk dediğimiz duygular temel olarak korku ve neşe dediğimiz ölüm korkusuyla hayatta kalma (yaşam) içgüdüsü arasındaki gidip gelen durumudur. “Neşe” hayatta olma, yaşamak durumudur. Bunu tehdit eden, sıkıntıya sokan veya size ölümü çağrıştıran bir durum yoksa neşelisinizdir. Aksi durumda neşeli değil, mutsuzsunuzdur.
    Örneğin günümüzde parasız kalma endişesinin, para peşinde koşma, çalışma zorunluluğunun arkasında konforunuz kaybedip, fiziksel ve ruhsal sağlığınızın bozulup, ölüme yaklaşma korkusu vardır. Toplum içinde parasızlık sonucu aşağılanma durumlarıyla karşı karşı kalmak da; sürü psikolojisi dahilinde, sürüden atılma korkusunun temel bir iç güdüsel halidir. Maymun topluluklarına bakaranız bunu çok temel bir psikoloji olduğunu görürsünüz. Onur, şeref, ahlak, milliyetçilik (toplumsal değerler) hepsi sürüden atılma korkusu neticesinde sürü aidiyeti olarak ortaya çıkmıştır. Sürüye aidiyet psikolojisi DNA’larımıza kazınmış, temel, çok güçlü bir iç güdüdür. Kıskançlık ta sürü içindeki pozisyon kaybı neticesinde konumunu (ve elindekini) kaybetme korkusu ile ilgilidir.
    Tabi tüm bunlar bu duyguların gerçek olmadığı veya değersiz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersi bizi biz yapan, insanı insan yapan yegane şey bu duygulanımlar. Yoksa bir robottan farksız olurduk. Fakat bilinmesi gereken bu duygulanımlar bizim “ruh” ismini verdiğimiz ama aslında bize ait olmayan bir “imgeler dünyasının” ortaya çıkardığı etkiler. İmgelerin zihin duvarlarındaki yankısı sadece.
    Bu imgeler dünyasında aslında ne tanrılar vardır, ne mitoloji, ne dişi erkek, ne açlık, ne tokluk… İmgeler dünyasının temelinde saf madde, saf enerji vardır. Tüm diğer öyküleri buraya eklemlendiren insanın korkuları, ihtiyaçları (arzu) ve toplu yaşam kültürüdür. Bunların imgeler düzlemindeki karşılıklarıdır. Bize bu illüzyonu gerçek olarak sunan ve “ben” (özne) kavramının ortaya çıkmasını sağlayan zaman faktörüdür. Heidegger’in “Varlık ve Zaman” isimli eserinde anlatmaya çalıştığı; varlığın zaman faktörü sayesinde ortaya çıkıyor olduğu fikri işte kısaca budur. İmgelerin ardışık olarak akışını zaman olarak algılıyoruz ve zaman böyle ortaya çıkıyor. Yani aslında uzayda sadece “hareket” varken bu hareketi (ardışıklığı, determinizmi) “zaman” kavramı olarak hem biz yaratmış oluyoruz hem de zaman bizi (“ben”i) yaratmış oluyor. Karşılıklı bir oluş söz konusu. Ve biz bu nedenle bu akışa kapılıp, bu akışla birlikte sürüklenirken hem bu akış varoluşu (ve varlık kavramını) ortaya çıkarıyor hem de bu akışa düşünce, ruh, bilinç gibi isimler veriyoruz.
    Bu ve bundan sonra gelecek 9 adet videoyu dinlerken Ulus Baker’in anlatmaya çalıştıklarını, Spinoza’nın, Deleuze’un söylediklerini hep zihnimizdeki bu imgeler dünyasını (simülasyonu) çözmeye yönelik, anlamaya yönelik girişimler olduğunu hatırlamaya çalışın. Jung, Freud, Lacan’da bu dünyaya (simülasyona) “bilinç dışı” ismini verip klinik olarak incelemeye çalışmışlardır. Filozoflar bazen bu imgeler dünyasını anlamak ve anlatmak için bu dünyanın içinden seslenirler bize. Anlattıkları, orada gördükleri sadece bu imgeler dünyası içinde anlamlıdır. Bedenen içinde yaşadığımız dış dünyadaki anlamları farklıdır ya da anlamsızdır. Söyledikleri bu dünyayı betimlemeye yönelik şeylerdir. Betimlemek için mecburen insan dilini kullanmak zorunda olduklarından, biz bazen söyledikleri şeyleri içinde yaşadığımız dünyaya ait olduğunu sanırız. Spinoza Tanrıdan bahsederken bu dünyadaki ardışıklığın (sistemin, matematiğin, geometrinin) ortaya çıkardığı kaçınılmaz olan bir varoluştan bahseder. “Varlık” buradaki geometrinin sonucu ortaya kaçınılmaz olarak çıkar. Tanrı doğanın (fiziğin, kimyanın) zihinde kurduğu bu geometrinin kendisi, bu sistemin, bu matematiğin kendisidir. Bazılarının sandığı gibi ne panteist açıdan dış dünyadaki doğanın kendisi, ne de dinlerin Tanrısıdır. Spinoza felsefesinin özünde aslında bize Tanrıdan değil tanrısallıktan, yaratıcılıktan, var edişten, kurucu güçlerden bahseder. Yani doğanın kurucu kudretlerinden (kuvvetlerinden) bahseder.
    .

  • @Nikola.Tesla369
    @Nikola.Tesla369 5 лет назад +2

    Çok güzel bir söyleşi olmuş, teşekkürler.

  • @MrErgunt
    @MrErgunt 5 лет назад +2

    büyük emek verip harika metinler yazmışsınız.. çok faydalandım.. her ikinize de çok teşekkür ederim.. ❤

  • @ahmetozdemir7130
    @ahmetozdemir7130 4 года назад +1

    Her şeyi anlamayı başaramadım ama müthiş keyif aldım kanalınız muazzam, kendimi filozofların beyninin kıvrımlarında gezinirken buldum harika

  • @ozlemsacakc562
    @ozlemsacakc562 6 лет назад +10

    Bilgi dediğimiz şey işlevsel bir örüntüdür. Örüntüleri oluşturan da fizik yasalarıdır. Fizik yasalarının arkasında ise bir mantık merkezi bir bilinç ararız ama böyle birşey yoktur. Bilinç süreçler tarafından oluşturulmuş geçici bir koreografidir. Evren bir varlığın değil bir hareketin adıdır. Örneğin koşmak gibi. özne ile yüklem aynı şeydir. ya da öznesiz bir eylemdir evren. youtube'tan 'sarkaç dalgalar'na bakarsanız sarkaç hareketlerinin hem kaotik hem de düzenli örüntüler, koreografiler oluşturduğunu görülür. evrendeki bilgiyi ya da bilinci sarkaçların salınımlarının oluşturduğu anlamlı görüntülere (örüntülere) benzetebiliriz.

  • @ozlemsacakc562
    @ozlemsacakc562 6 лет назад +10

    Felsefenin konusu olan şeyler hakkında düşünmek ile magazinin konusu olan şeyler hakkında düşünmenin arasındaki farkı belirleyen şey nedir diye sordum kendime.
    Birinin diğerinden daha anlamlı olduğuna karar verirken neyi referans alıyoruz?
    Felsefenin magazinden önemli olduğunu biliyoruz ama bunu nerden biliyoruz? Logos bunu nerden biliyor? Logos bir kavramın anlamını , değerini nasıl belirler?
    Aklıma Marx'ın metalar ile ilgili sözleri geldi.
    Bir kavramın ya da bilginin ne olduğuna beyin, zeka , logos ya da benlik karar vermez.
    Kavramın ya da bilginin anlamı diğer kavram ya da bilgiyle olan ilişkisinden gelir.
    Tıpkı Marx'ın 'Metalar konuşabilseydi , bizim değişim değerlerimiz ve birbirimize olan mahkumiyetin dışında bir varoluşumuz yoktur' sözündeki gibi.
    Bir kavramın ne olduğuna diğer kavramlar karar veriyor. Bir kavramın anlamını , önemini, ya da değerini ortaya çıkaran şey diğer kavramlar.
    Aslında bu bir çeşit orantılama.
    İki metanın karşılıklı olarak değişim değerleri üzerinden birbirlerini tanıması gibi.
    Dolayısı ile aslında ortada neyin ne olduğuna karar veren bir özne , bir zeka, bir benlik bile yok
    Merkezi olmayan , dinamik bir ilişki ağı.

    • @PANDORAFELSEFE
      @PANDORAFELSEFE  6 лет назад +1

      Bu soruya Dücane hoca üstünden biraz felsefi magazin yaparak bende farklı bir açıdan yanıt vermeye çalışacağım.
      Bu soru “neden felsefe yapıyoruz?” sorusuyla beraber ele alınırsa belki daha tatmin edici bir noktaya varılabilir. Fakat bu sorudan da önce başka bir soru daha var. Dücane hocanın söylediği gibi; “maruz bırakıldıklarımdan ötürür mü yoksa kendi tercihim mi?”... Bu soru aynı zamanda “neden felsefe?” sorusunun cevabını belirliyor. Diğer taraftan da “gerçekte insanın kendi tercihi diye bir şey var mı?” sorusu da hemen gelip kendini eklemliyor… (şimdiden soru sayısı üçe, dörde çıktı).
      Bir soru diğer bir soruyu doğuruyor. Bu böyle sonsuza kadar sürüp gidiyor. Felsefe cevapların değil soruların evrenine ait gibi duruyor. Yani cevaplar bulmak için değil yeni sorular bulmak için yapılan bir düşünsel uğraş gibi gözüküyor ilk başta. Cevap vermek demek “dogma” demek. Düşüncenin bittiği, artık kanının başladığı an. Ama diğer taraftan “varlık” ta zaten bu. “İnsan” olmak ta bu demek. Dogma olmadan insan olamayız. Cansız, salt bir nesne olurduk. Saf düşünce yani Kant’ın peşine olduğu “saf akıl” ancak cansız nesnenin içinde (gömük) olan bir şey. Saf akla ulaşmak demek ölü olmak, cansız nesne olmak demek.
      Dücane hoca da son seminerinin birinde “neden felsefe yapıyorum?” konusunu ele almıştı ( ruclips.net/video/gRwCtgN4f60/видео.html ). Felsefeye başlamasının nedenini son yıllara kadar kendi tercihi sandığını ama sonra bunun nedeninin hayattaki bazı yaşanması gerekenleri yaşayamamış olmanın getirdiği bir boşluğu doldurmak için bir “güç istenci” olduğunu fark ettiğini söylüyor. Aslında, temelde yatanın, yaşayamamışlıklarının yarattığı öfke ve hınç olmasına karşın, bu öfkeyi “öteki” olarak gördüğü “inanmayan kafirleri” yola getirmeye yönelttiğini söylüyor Dücane hoca, bu öfke ve hıncı, felsefeyi kullanarak, öteki diye gördüğü İslam karşıtlarına yöneltmiş. Felsefe sayesinde onların tezlerini çürütüp, onlar üstünde “şiddet” uygulama hakkını kendine kazandırmaya çalışmış. Fakat daha sonra, felsefe ile uğraşırken, felsefi düşünce yönteminin ona gerçekleri gösterdiğini ve kendini daha doğru analiz etmesini sağladığını belirtiyor. Bunun neticesinde, kendi içine bakıp, orada gördüğü; kendi tabiriyle “klozete elini daldırıp pislikleri eliyle alıp koklamak” gerekir dediği bir itiraf sürecine girdiğini söylüyor. Bu itirafları yapmadan, arınıp, gerçek felsefe yapılamayacağını ve hakikate ulaşılamayacağını savunuyor. Şark toplumlarıyla batı toplumları arasındaki zihinsel ve toplumsal farkında buradan kaynaklandığını, batı toplumlarında kendi içine bakışı sağlayan itiraf mekanizmasının Hıristiyanlığın kazandırdığı bir özellik olduğunu söylüyor (günah çıkarma). İslam’da ise tam tersi bir durum söz konusu; kendi kendini sorgulamak, kendi pisliklerini cesaretle deşip, itiraf etmek gibi bireyselliği öne çıkaran yaklaşımlar istenmeyen bir şey. Çünkü bu sana ikinci adımda otoriteyi de sorgulama ve pisliklerini deşme hakkı verir! Kendi bireyselliğini keşfeden biri ancak toplumu sağlıklı sorgulayabilir. Tabi böyle olunca, şark toplumlarında felsefi düşünce değil, biat ve yüceltme kültürünün hakim olması demek.
      Örneğin bendeki felsefe ile uğraşma nedenin başlangıcı Dücane hocanınkine benzer. Hatta sonunda vardığımız yerde aynı. Benzerlik var ama tek farkla; ben bireyin yaşadığı sıkıntıların kaynağının Dücane hocanın temsil ettiği dünya görüşünün bizatihi kendisi olduğunu düşünüyorum. Bende Dücane hocaya benzer biçimde “öteki” ile mücadele edebilmek için, yani onun temsil ettiği dünya görüşünün yanlışlığını kanıtlamak için felsefeyle ilgilenmeye başlamıştım. Bir süre sonra, ilk önce kendi içime bakmam gerektiğini anlayıp baktığımda ise yola çıkış nedenimin haklılığını gördüm ve içimdeki tüm pisliklerin nedenin Dücane hocanın dünya görüşünün toplum üstünde ve sistemde yarattığı çarpıtmalar olduğuna kesin emin oldum artık. Diğer türlü güç istenci, oluşan boşluğu doldurma falan bence biyolojik bir organizma olmanın getirdiği gayet doğal arzular. Ben bu güç istenci tabirinin felsefedeki “kötülük problemi” kavramının ele alınış nedeniyle aynı şey olduğunu düşünüyorum. Zamanında Hannah Arendt’in belirttiği gibi bunu bu kadar büyütmenin, kötülüğü yüceleştirme işlevi ile aynı işe yaradığını düşünüyorum. Böylece güç istenci (kötülük) salt biyolojik temel ihtiyaçlar dışına taşırılıp, daha geniş kitleler üstünde tahakküm kurmak için meşrulaştırılmış oluyor. Yani şiddet için zemin hazırlanıyor. Kötülük kötülüktür bu kadar basit.
      Güç istenci, temel içgüdüsel dürtülerin tatminine yönelik, ismine “arzu” dediğimiz durumun farklı farklı formları. Ama bu durumun çok karmaşıklaşmasına neden olan, bunun doğal bir durum olmayıp, yaşanması gereken hayatı “günah” diye nitelendirip, buna yönelik devlet sistemlerini manipüle eden ve de daha sonra küçük bir azınlığa bu imkanları peşkeş çeken hep bu dünya görüşü olmuş. Aslında doğal içgüdülerimizin sonradan içimizde pisliğe dönüşmesinin asıl nedeni bu. Onları pislik olarak görürsek, Dücane hocanın bilinç dışı dediği bu hayvan tarafımızla barışık olamayız. Ve insanın bu yönünü doğru çözümleyemeyiz. İşte bunu çözümlemek için üçüncü adımda “insan nedir?” sorusunu araştırmaya başladım. Çünkü bu dünya görüşünü aşmak için bu görüşün kötülük için temel tezi olan; “insanın Tanrı tarafından yaratılmış bir varlık olarak, yine Tanrı tarafından yaratılmış bir sınama yönetimi olarak kötülükte insan içindir” fikrinin karşınsa ancak “gerçekte insan nedir?” sorusunu cevaplayarak alternatif bir karşı fikir koyabilirsiniz.
      Kant dahil Sokrates’ten başlayıp diğer tüm filozoflarda da felsefi süreç aynı biçimde olmuş. Onlarda toplumdaki inançların ve geleneklerin nasıl tahrifata yol açtığını görerek, felsefeye başlamışlar. Bunu filozofların hayatlarını okuyunca apaçık görebiliyoruz. Tabi yazdıkları metinlerde can korkusundan bunu direk söyleyemiyorlar. Dolaylı yoldan söylüyorlar (Sokrates hariç). Filozoflarda ilk böyle yola çıkmışlar. Ve onlarında, sonraki adımda, kendi içlerine bakmaktan başka gidecekleri başka bir yol zaten yoktu. İçlerine baktıklarında, orada gördüklerinden sonra, onlarda asıl sorulması gereken sorunun “insan nedir?” sorusu olduğunu fark etmişler. Bu soruyu sorup, cevabını doğru vermeden insanın gerçek dışı tanımlarını yapan inanç sistemleriyle mücadele etmenin başka bir yolu yok. (Tabi burada inanç sistemlerinin ilk çıkışlarının bir gereklilik olduğunu ve toplumun düzenlenmesinin başka bir yolunun olmadığını belirtmek lazım. İktidarlar tarafından ruhban sınıfıyla beraber toplumu manipüle etmek istenince olay farklı yönlere gitmiş.)
      Fakat diğer taraftan, Dücane hocanın da belirttiği gibi şurası da çok doğru; “insan nedir?” sorusuna cevap aramanın nedeni, temelde, öteki üzerinde tahakküm kurup, şiddet uygulama hakkını kendinde bulmak için. Yani kısaca bu durum da bir “güç istenci”. Bunu kimse inkar edemez. İyiliği, adaleti, sevgiyi, aşkı, ahlakı bile savunurken neticede tüm bunlar diğerlerini dışlamak (ötekileştirmek) için bir güç istenci. Nietzsche bunu frak ederek, felsefe ve güç istenci ilişkisini felsefesinin merkezine koyduğu için Spinoza ile birlikte felsefede apayrı bir yeri var. Neticede, Dücane hoca ile aynı yere varıyoruz. Ama farklı açılardan bu yerde duruyoruz. O sağdan bakıyor ben soldan. Onun bakış açısının neticede yine iktidarlara hizmet eden ve “güç istenci”nin günah çıkarıp, yoluna devam ettiği bir bakış açısı olduğunu düşünüyorum. Ben ise artık bu noktada durmayı ve “son dogma”yı teknoloji ve bilim yardımıyla oluşturmayı savunuyorum. Eğer son dogmayı Tanrının kendisi kabul edersek, dünyadaki adaletsizliğe karşı duracak kendi dogmalarımızı yaratamayız, Tanrı tarafından yaratılan dogmaları kullanmak zorunda kalırız. Ki bunlarda aslında Tanrı adına iktidarlarla iş birliği yapmak isteyenlerin oluşturduğu dogmalar.
      Güç istencinin gerçekte ne olduğunu bilmez isek tabi ki bizi götüreceği noktalar olumsuz olur. Ve Dücane hocanın şimdi yaptığı gibi onunla barışmak yerine bu güç istencinin karşınsa Tanrıyı koyup ondan kaçınmayı deneyebiliriz.
      (Devamı aşağıda)
      .

    • @PANDORAFELSEFE
      @PANDORAFELSEFE  6 лет назад +2

      En son geldiğim nokta; tüm bunlar felsefe yapmaya sebep oluyor olabilir ama asıl neden bence bunların hiç biri. Asıl neden; felsefenin kendi doğal çağrısı. Bu çağrı biz farkında olalım ya da olmayalım zaten hep bizimle beraber. Maruz bırakılmışlıklar sadece bunun farkına varmamızı sağlıyor. Tanrıya inanmak istiyorsan buna tanrının çağrısı diyebilirsin, istemiyorsan doğanın kendisinin, nesnenin (varlığın) kendinde, bizatihi içinde zaten olan bir çağrı. Ben şahsen nesnenin doğal çağrısı olduğunu düşünüyorum. Ölü bölgeden yani cansızlık evreninden, fiziğin kendisinde gelen bir çağrı bu. Asla canlı olarak tam yanıt veremeyeceğimiz ama yinede peşinden gittiğimiz bir çağrı. İçgüdülerin ortaya çıkardığı arzu (duygulanımlar) dediğimiz durumun saf hali. Bu yüzden asla “arzu” ile bütünleşmemiz imkansız. Arzu ancak bir boşluk olarak var olursa, doldurulması gereken (vakum alanı), peşinden gidilmesi gereken bir şey olunca “arzu” oluyor. Öteki türlü saf haline ulaşıldığında, arzu anında yok oluyor, onun yerine tatmin (dogma) ortaya çıkıyor (Deleuze bunu orgazm benzeri bir kavramlaştırma yapıyordu, şimdi hatırlayamadım). Yani son bağlamda; aynı “renk tayfı” gibi saf arzunun düşük profilli hallerinden oluşan bir skala içinde yüzüp duruyoruz. Rengin bizatihi kendisine yönelirsel “renk” diye bir şey canlılık hali için söz konusu değil. Sadece kırmızı, mavi, sarı v.b. dalga boyları var. Yani sadece sinyal (frekans) var. Bu da renk değil. Sadece bir titreşim. Cansız nesneye dönüştüğümüzde, yani nihaiyi hakikate ulaştığımızda bulacağımız sadece bu.
      Aslında bu kadar lafa rağmen, bu böyle çok karmaşık bir şey değil. Aslında çok basit; hücrenin içindeki DNA’dan gelen bir çağrı bu. Canlılığın temelindeki DNA moleküllerinin dizilimi. Canlılık dediğimiz şey, temelinde cansız nesnenin kurguladığı bir şey. Arzu dediğimiz şey nesnenin kendi içinde zaten olan bir şey. Bunun farkında olma durumu, yani bilinç değimiz şeyde zaten nesnenin sahip olduğu bir potansiyel (Logos). Nesne organizma dediğimiz karmaşık yapıda bir forma dönüştüğünde, arzu kendi kendini görebiliyor (farkına varıyor) ve “bilinç” ortaya çıkıyor. Cansız nesnenin canlı organizmaya dönüşmesi demek; bir vakum (boşluk) alanın oluşması demek ve bu alana doğru dışın hücum etme, bu boşluğu doldurmayı isteme haline arzu ismini veriyoruz. DNA ile pratikte gerçekleşen; ortaya bir formun çıkması, yani uzayda (evrende) bir alanın dış ile (sınır ile) çevrelenip, bir boşluğun (vakum) alanının oluşması. “İç” ve “dış” kavramı ortaya çıktığı an dışın içe doğru tahakkümü, “iç”in içini doldurma isteği, ele geçirme isteği, baskısı da otomatik olarak ortaya çıkmış oluyor. Canlık hali demek kaçınılmaz olarak “arzu” ile beraber ortaya çıkan bir durum. Bu yüzden, herhalde bize düşen sadece bunu yaşamak, başka bir şey değil.
      Tabi bunun evrensel yasalar, insan hakları v.b. gibi bir çok doğuracağı sonuç var. Bu ayrı bir konu. Bu noktada Dücane hocadan ayrı düşünüyorum. Gerçi o direk dile getiremiyor ama onun kendi itirafları Jean-Jacques Rousseau’nunkinden çok farklı değil (seminer videosunda bahsediyor). Hala narsizmin son kırıntıları gözlemleniyor. Dücane hoca sanki bu kaçınılmaz bir sonuçmuş gibi, “içgüdü bunu gerektiriyor” şeklinde konuyu getirip bağlıyor. İçgüdünün karşısına konulabilecek tek alternatifin Tanrı buyrukları olabileceğini, adaletin ancak böyle sağlanacağına lafı getiriyor. Ama bence üçüncü bir yol var ve felsefede bu hep ıskalanmış. Bu üçüncü yol; “evet öyle olabilir ama biz öyle olduğumuzu biliyoruz” durumu. Yani sanılanın aksine “bilmek” demek bilginin (epistemolojin) varlık demek olduğu yani ontolojiye dönüştüğü bir nokta var. Bu nokta bir türlü görülemiyor, ya da görülmek istenmiyor.
      Şimdi konuya eğer fizik, kimya ve biyoloji temelli yani bilim temelli bakılırsa, bilginin DNA’da bir form olarak varlığa dönüştüğü kolayca görülebilir. Saf bilginin saf varlık olduğu an bu nokta. Yani kodun (yazılımın) nesnel bir varlığa dönüştüğü, epistemolojinin ontolojiye dönüştüğü nokta burası. Epistemoloji mi yoksa ontoloji mi sorunsun cevabı “epistemolojik ontoloji” olduğu apaçık ortada değil mi?…
      Ama tabi siz buna rağmen hala bilginin bir ilk varlıktan (Tanrı) doğduğunu iddia ederseniz ve ancak adaletin onun buyruklarıyla sağlanabileceğini söylerseniz, bu kadar apaçık bir şeyi göremezsiniz. Ve felsefe sizin kendi egonuzu tatminden başka bir şey olmaz, diğerlerine “bak ben ne kadar akıllıyım!” diye göstermekten başka bir işe yarmaz. Felsefenin doğal çağrısına uyup felsefe yapıyor olmanıza rağmen bunu “Tanrıdan vahi gelip düşünceler zihnimde beliriyor” demeye getirirsiniz. Bence “hem felsefe yapıyorum hem de Tanrı kelamını dile getiriyorum” diye ikisi aynı anda olmaz. Mantığa aykırı. Birinden birini seçmek gerekir. Bu öbür türlü felsefeye ihanet ve büyük kötülük olur. Eğer felsefenin doğal çağrısına “aslında bu felsefe yolu ile Tanrının çağrısıdır” diye bakıyorsanız, yani Tanrı bile felsefe ile dile geliyorsa, o zaman, “Tanrının kendide kullandığı dile uymak zorunda değil mi?” sorusuyla karşı karşıya kalırsınız.
      Öbür türlü; Dücane hocanın yaptığı gibi sahneye çıkıp, kötülükten, güç istencinden bahsedip, “bak ben nasıl felsefe yapıyorum, hepinizden daha akıllıyım..” demek, kendini tatmin için, güç istencini meşrulaştırmak için bir yöntem olur. Fakat zaten Dücane hoca bunu saklamıyor. Bunu itiraf ediyor. Bende onun yerinde olsam aynı şeyi yapardım. Aynı şeyleri hissederdim. Fakat, dediğim gibi; mesele sahneye çıkıp bunları söylemeyle, hissetmekle bitmiyor. Asıl ondan sonra bu durumun farkında olarak, kendi aleyhinde de olsa, bunu bilmenin getirdiği sorumluluğu yerine getirmek lazım. Yani günah işlemeye devam ederken aynı zamanda günahın yeşerdiği bataklığı da kurutmaya çalışmak lazım. Sonunda sadece başkalarına zarar vermeyecek, kendi küçük su birikintisi kalana dek.
      Evet, felsefe mi yoksa magazinsel olan mı konusuna yanıt vermeden önce “neden felsefe?” sorusuyla muhatap olunca, görüldüğü gibi ortaya felsefenin de magazinsel tarafları olabileceği ortaya çıkıyor :) Hatta belki felsefenin asıl amacının da bireyler için bu olduğu söylenebilir. Fakat felsefenin kendisi için (doğal çağrı için) bunu söyleyebilir miyiz? Aradaki farkı belirleyen şey nedir? Neden felsefe deyince, sonsuz sayıda sorular var gibi gözüküyor ama aslında asıl soru bir tane. İnsan nedir? sorusu. Bu soruya tam bir cevap verilemediği için diğer sorular ortaya çıkıyor. Ve tabi felsefi magazinde böylece ortaya çıkmış oluyor.
      .

    • @ozlemsacakc562
      @ozlemsacakc562 6 лет назад +4

      Felsefe yapmamızın nedeni hayatın ya da hayatımızın aksayan yönlerinin düzeltmedir belki de
      Simon Amstell'ın dediği gibi gelecekle ilgili tüm planlarımız geçmişi , geçmişte yaşananları düzeltme çabası aslında.
      Ve belki de felsefe , içgüdüsel olarak yaptığımız hayatla başetme ya da hayata karşı kendini güçlendirme çabasıdır
      sanki en hakikati bulduğumuzda , en haklı kişi olduğumuzda varlığımız en güçlü duruma gelecek ve herkes tarafından kabul görüp onaylanacak ve meşrulaşacakmış gibi.
      ben felsefeden hiçbirşey beklemiyorum. Bir beklentim olmadığı için herşeye karşı tarafsızım. tarafsız olduğum için felsefenin kendisinin ne olduğunu sorguluyorum.
      Benim gözümde felsefe ile politika arasındaki sınır oldukça bulanık.
      Ya da felsefenin amacı ile politikanın amacı arasında bir paralellik var.
      Bir videonuzda 'her insan hayatında bir kez olsun felsefe yapmalı' deniliyordu. Çok doğru ve bence her felsefeci de her gün kendine ben neden felsefe yapıyorum diye sormalı.
      Ortadoğu'da önemli olan geleneğin ve düzenin korunmasıdır.Batıda ise önemli olan fırsatların ve alternatiflerin denenmesidir, daha iyisini aramaktır. Bu yüzden doğuda gençlerden itaat beklenir batıda ise girişimcilik beklenir. Bu yüzden doğuda gençler takipçidir, batıda ise öncüdür. Doğuda gençler yaşlıların izinden giderken, batıda gençler yeni yollar açar.
      Doğu , gerçeği bildiğine ve onun sonsuza kadar geçerli olduğuna inandığı için bunun korunmasını ve devam ettirilmesini hayatın en büyük başarısı olarak görüyor. Batı ise daha materyalist , daha dünyevi olduğu için sürekli gelişmeye ve ilerlemeye odaklıdır. Değişmeyi bir başarı olarak görür.
      Bu yüzden doğuda batıdaki gibi bir felsefe yoktur ve bu yüzden batıdan hiç peygamber çıkmamıştır.
      Filozoflar neden düşündükleri şeyleri düşünmüş olmakla yetinmez ve düşündüklerini kitap haline getirirler?
      Bu sorunun cevabını çok güzel vermişsiniz. Öteki ile mücadele etmek !
      Güç istenci ile ilgili sözlerinizi de çok beğendim.
      Dünya cennet gibi olsaydı felsefe yapmazdık . Felsefe bir hoşnutsuzluğun belirtisi olarak ortaya çıkan bir şey. Ve felsefe yaparak bu hoşnutsuzluğu yok etmeye ,ideale doğru ilerlemeye çalışıyoruz ki bence bu biraz boş bir çaba.
      Burdan da insan denen canlının varoluş koşullarında hoşnutsuz olan bir canlı türü olduğu düşünülebilinir.
      yaşamak diye yaptığımız şey, canlı bir varlığın hayatta kalmak için içinde bulunduğu ortamın koşullarına uyum sağlamak için yaptığı davranışlardan ibaret.
      Bu bağlamda insanın en büyük özelliği diğer hayvanlarla kıyasladığımızda var olanla yetinmeme güdüsüdür. Onca hayvan içinde sadece insan var olanla yetinmez. Ve bu özellik insanı insan yapar ya da insanın insan olmasın sağlayacak şeylerin gerçekleşmesine neden olur.
      Yazdıklarınızı ve yukarıdaki yorumunuzu çok beğendim. Benim için çok aydınlatıcı oldu. Emeğiniz için teşekkürler

    • @PANDORAFELSEFE
      @PANDORAFELSEFE  6 лет назад +1

      Gene her zamanki gibi çok güzel toparlamışsınız konuyu, asıl ben teşekkür erdim :) Ne güzel de sonuca bağlamışsınız: “Dünya cennet gibi olsaydı felsefe yapmazdık…” Bütün mesele bu kadar basit. Tüm bu felsefe ve politika uğraşı bunun için.
      Evet katılıyorum felsefe ve politika arasındaki sınır çok bulanık. Ben çözüm için konuya şöyle bakıyorum; felsefi olanın pratiğe, hayata uygulanmasına “politika” denir. Bu bakış açısını insanlık çoktan kaybetti ama Platon ve Aristoteles sistemli olarak “politika” kavramını ilk ele alındığında bu şekilde idi. Politik olanı felsefe ile temellendiriyorlardı. İlk önce felsefe ile yola çıkıp, yeryüzünde cenneti kuracak olan “polis” için politika üretiyorlardı. Bu yüzden de yukarıda felsefe politik olanı yapabilmek için bir tür güç istencidir diye yazdım. Çünkü “ötekiler” insan nedir, evren nedir, yaşam nedir gibi soruları çok basit bir mantıkla, Tanrıya dayandırıp, cenneti öteki dünyada vaat ediyor ve “…bu dünyada küçük bir azınlığın kölesi olamaya devam edin…” diyorlar. İnsanlığın önüne yaşam amacı için bu dünyada çile çekip, öteki dünyada cennete ulaşmayı koyuyorlar. Değişik formlar alsa da bu günümüzde de tüm dünyada çeşitli biçimlerde devam ediyor (İskandinav ülkeleri biraz hariç). En başta kadın üstündeki hegemonya (tahakküm) ortadan kalkmadıkça, cinsiyet ayrımı bitmedikçe bunun devam etmediğini kimse iddia edemez.
      Şimdi bu ideoloji ile baş edebilmeniz için sizde politik bir ideoloji ortaya koymanız lazım. Pratikte felsefe güncel hayatta bir işe yarmaz ancak politik olana etki etmeye, hakikate dayalı bir ideoloji oluşturmaya yarayabilir. Normal hayatta insanların yasalar yaparken, sistem kurarken ellerinde bir araca dönüşebilecek kavramlar, kavram setleri lazım. Ve “ötekinin” Tanrı buyruklarına dayalı ideolojisinin karşında ancak bilimsel olan yani doğanın kendisinin ideolojisini koyabilirsiniz (En liberal gözüken USA’da bile, temelleri Tanrı buyruklarının ideolojisine dayanan ekonomik bir sitem (kapitalizm) aslında yaşamı belirliyor). Felsefe ise doğanın doğal çağrısı olarak, doğanın sesinin (Logos’un) insan zihni üzerinden dile gelmesinden başka bir şey değil. İnsan zihnide insan bedeni üzerinde var olabiliyor. Logos dediğimiz; cansız nesnede gömük olan “potansiyel”, insan bedeninin sahip olduğu zihinde açığa çıkmış oluyor. Cansızlıktan canlılığa geçmiş oluyor. Felsefede en son Berkson, Deleuze ve Merleau-Ponty çizgisi felsefeyi “beden” merkezli bir çizgiye çekmeye başlamıştı. Foucault’da, ağırlıklı olarak sosyoloji ile harmanlanmış felsefi bakış açısına sahip söylemi ile “beden”i çok güzel politik olanın merkezine yerleştirmişti. Fakat onların çağında henüz nörobiyoloji ve teknoloji bunu gerektiği gibi destekleyecek düzeyde değildi.
      Marx, Feuerbach Üzerine Tezler'de yer alan, 11.Tez de stratejik bir hata yaparak felsefenin artık görevini tamamladığını, artık politik eylem zamanı olduğunu ilan etti. Felsefe demek eleştirel düşünce demekti, bunu unuttu. Bu da zaten dogmanın bizatihi kendisi olan ideolojinin tamamen denetimsiz olarak totalitarizmin eline düşmesine neden oldu. Ve Stalin gibi bir diktatörün ortaya çıkması ile sonuçlandı. Marx dan sonra eserlerini yazan Max Weber "iktisat ve toplum" ( wirtschaft und gesellschaft ) ve "protestan ahlakı ve kapitalizmin ruhu" (the protestant ethic and the spirit of capitalism) adlı eserlerde kapitalizmin ruhunu aslında Marx’tan daha isabetli analiz etmişti. Sınıf kavramı yerine“statü” kavramını getirmişti. Ve asıl kilit konun “cennetin öteki dünyada olduğu“ inancına dayalı olan ideoloji olduğunu fark etmişti. Bu ideoloji ile ancak felsefe temelli bir politika (ideoloji) ile mücadele edebilirsiniz. Ama Marksizm “ötekinin” karşısında ikinci bir “evrensel din” olarak çoktan filizlenmeye başlamıştı.
      Günümüzde insanların felsefeye inancını yitirmelerinin nedeni; Heideggerin çok güzel ortaya koyduğu gibi “bildung” kavramını eğitim kavramı ile karıştırmaları. “Bildung” klasik eğitim kavramından farklı bir formasyon kavramdır. Zihinlerin formatlanması gibi. Ama pozitivist ve faşizan anlamda değil, felsefi hakikatin açığa çıkmasına, belirmesine, görünmesine olanak verecek bir formatlama gibi. “Doğumdan ölümüne geçirdiğin değişim, senin hikayen” manasında bir kavram. Daha eskilere gidersek Hegel bu kavramı bilincin kendini kendisi olarak bilmesi sürecinde geçtiği yolcuk için kullanıyormuş. Kısaca her alanda felsefe temelli bir eğitim ve akademi yapılanması diyebiliriz. Öğrencinin; insanlığın dil, edebiyat, felsefe ve bilim gibi yüksek değerlerin dünyasına dahil edilmesine yönelik bir formasyon kazanması. Ve öğrenciliğin bir ömür boyu sürmesi. Platon ve Aristoteles 2500 yıl önce ilk Akademiyi ve Lise’yi kurduğunda, felsefe tüm disiplinlerin başında yer alıyordu.
      Günümüzdeki klasik eğitim ise kapitalist sistemin dayattığı ikircikli bir dünyada: “…siz geleneklerinize bağlı kalmaya devam ederken, bilimi geleneklerinize araç edin..” der. Bilimi araçsallaştırır. Oysa araç diye gördüğü bilimin gerçek kökleri felsefeye dayanır. Eleştirel düşünce felsefe ile ortaya çıkıp bilime temel olmuştur. “Felsefe” 2500 yıl önce geleneğin karşısında olan ve bu amaçla ortaya çıkmış olandır. Yukarıda hem sizin hem de benim değindiğimiz gibi; felsefenin asıl orya çıkış nedeni ötekinin ideolojinse karşı politika (ideoloji) üretmeye zemin oluşturmaktı. Şu andaki eğitim sistemi ise bilimin ürettiklerini gasp etmek üzere bilime inanan insanların üstünde tahakküm kurma sistemidir.
      Kapitalist sistem bunu çok kurnazca yapar. Kapitalist sistem geleneği ulusların ve milletlerin var olması için elzem görür. Yani sürü olma içgüdüsünü kullanır. Kitle halinde “ötekiler” yaratıp her kitlenin mutlu azınlığının bekasını garanti altına alır. Halkları sistemin devamı için manipüle edilecek piyonlar (koyunlar) gibi görür. O yüzden milliyetçilik dinle eş tutulup neredeyse kutsallaştırılır. Böylece aslında felsefenin (eleştirel düşüncenin) ürünü olan ve felsefenin politik olandaki biricik aracı olan bilimi bir hırsız gibi çalar ve gasp eder. Gerektiğinde karşı çıkan bilim insanları, tarih boyunca bir çok kez görüldüğü gibi kafir ilan edip diri diri yakar. Bilimin her türlü nimetinden faydalanırken, bilim insanlarının hakikati dile getirmesini engeller, onları susturur. Onları inan insanların köleleri, hizmetlileri, cariyeleri gibi göstermeye çalışır. En cahil sıradan biri bile inançlı olduğu için Nobel alan bir bilim insanından daha üstündür. O bilim insanı inananların hizmetkarıdır. Çünkü o bir kafirdir.
      Örneğin kanser tedavisi için evrimsel biyolojiye, DNA’ya dayalı araştırmalar sonucu geliştirilen ilaçları çok güzel kullanırlar, en son teknolojiye sahip hastanelerde tedavi görürler ama asla bu buluşları yapanların, hayatlarını buna adayanların evrimden bahsetmesini istemezler. Ya da şizofreni, bipolar, depresyon gibi artık beyindeki bozukluklarla ortaya çıktığı kesin kanıtlanan hastalıklar için “ruh hastalıkları” tabirini kullanırken, nörobiyolojinin geliştirdiği ilaçları ilk sırada kullanan, bu ilaçlardan medet uman yine kendileridir. Asla nasıl oluyor da kimyasal bir takım ilaçların insan ruhuna iyi geldiği, bozukluğu düzlettiği sorusunu hiç duymak istemezler. Çok zorunda kalırsalar “beyin bir radyo alıcısı gibidir, öteki alemden gelen ruhun sesini bizi iletiyor..” deyip beyinde bozukluk olunca radyo sinyallerinin doğru alınmadığını söyleyip işin içinden çıkarlar. İşte böylesi iki yüzlü bir düzendir bu.
      Ben politik olana zemin teşkil ettiği için felsefeyi çok önemsiyorum ve 2500 yıl öncesi başlayan felsefeyi zamanı gelince tamamlanacak bir proje olarak görüyorum. Daha sonra “bildung” kavramı çerçevesinde, insanın toplumsal yaşamının temelini oluşturacak ve bir yaşam tarzına dönüşecek (Nietzsche'nin üstün insan diye kastettiği olsa olsa ancak bu olabilir). Bu yüzdende bu kanal haricinde birde felsefeyi proje olarak ele alan bir web sitesi geliştiriyorum. Son günlerde bu projenin temel metinlerini oluşturmakla uğraşıyorum. Birincisini zaten başta oluşturmuştum. İkincisini kabaca tamamlayıp aşağıdaki adrese koydum. Şimdilik çok ham halde. Zamanla revize edeceğim. Birde projenin metodolojisini oluşturacak bir metin daha yazıyorum onu da önümüzdeki günlerde siteye koyacağım. Oda ilk başta ham halde olacaktır. Bu metinleri tamamladıktan sonra sitenin geri kalanını adım adım bir yıl içinde tamamlamayı düşünüyorum. Sizin bu konu hakkındaki fikrinizi açıkçası çok merak ettim :)
      pandoraprojesi.com/hakkinda/projenin-yontemi-ve-hedefleri/
      .

    • @ozlemsacakc562
      @ozlemsacakc562 6 лет назад +6

      Kanalınızın kalitesi , ciddiyeti ve başarısı zaten ortada. yeni çalışmalarınızda da başarılı olacağınıza eminim. Konuları çok iyi bilmenin yanında anlaşılır bir şekilde de aktarabiliyorsunuz.
      Felsefeye saygım sonsuz . Bazen ben de soruyorum felsefe yapmayı ben mi seçiyorum yoksa mecbur mu kalıyorum . Sanırım seçmiyorum.
      Bu aralar Max Stırner'ı okuyorum. Tanrıya ve devlete kafa tutuşu hoşuma gitti. İnsan bencildir ya da bencil olmalıdır sözü hoşuma giitti.
      politikanın felsefe ile temellendirilmesi konusunda haklısınız.
      ama açıkcası ben politikayı sevmiyorum . insanın icat ettiği ya da kendi doğasından ürettiği en problemli şey politika.
      Sanırım doğadaki hayvanların bölge, yiyecek ve eşe sahip olmak için sürünün lideri olmaya çalışmasının insanlardaki versiyonu politika ve iktidar olma isteği.
      Biz medeniyetimizi şekillendirirken pratik , tecrübeye dayalı , pragmatik bilgileri kullanıyoruz. Örneğin hukuk kurallarını biçimlendirirken etik felsefenin tamamlanmasını bekleyemeyiz. Günlük hayatta felsefi bilgiden çok sezgilerimizle ve duygularımızla hareket ediyoruz.
      Yoksa savaşlar olur muydu! Konu şahsi olunca mantık ve centilmenlik bir kenarda kalıyor.
      Demek istediğim felsefi bilgi ne kadar doğru olursa olsun günlük hayata etkisi çok az. ya da çok uzun vadeli etkisi var.
      Ben bu yüzden felsefe yapmayı sanat gibi insanın ruhunu zenginleştiren bir etkinlik olarak görmek istiyorum . Felsefeyi hiçbirşeyin aracı yapmadan , amatörce yapmayı seviyorum.
      Ve bazen kendime soruyorum Platon'a devleti yönetme fırsatı verilseydi
      politikanın felsefesini bu kadar çok yapar mıydı .