Feride - Yılmaz ODABAŞI

Поделиться
HTML-код
  • Опубликовано: 5 фев 2025
  • Seslendiren: Eser GÖKAY
    -----------
    İşte o aşirette çerçilerle, türkülerle büyütmüşüm çocukluğumu.
    Yani benim o eksik aşiret çocuğu.
    Bu fotoğraftaki gibi eski ve derin bir anı, yaralı…
    Artık bu fotoğraftaki gibi rüzgâra dik değil boynu.
    Bu yüzden beni bir rüzgâr sayın.
    Beni bir rüzgâr!
    Dağlardan ve kentlerden kovulmuş,
    ve sürülmüş çığlığın ıssız deltalarına;
    ömrüne tükürülmüş bu rüzgâr,
    sorarım ne işe yarar?
    Rüzgâr yorulmuşum,
    rüzgâr kanamışım,
    yanarım; sararım;
    sonra her ipi denerim infazıma!
    (Her ipi denedim infazıma!)
    Artık uçurdum yüreğimin ıssızlığından ıslak güvercinimi.
    Ömrüm kopacak bir infaz ipi…
    Belimde bir silah var bu gece dağıtacağım beynimi.
    Bu gece.
    Yine gece!
    Dağıtacağım geceyi birdenbire.
    Damıtacağım yaşamdan rengimi.
    Şu başına buyruk takvimleri, kinleri, kirleri.
    Belimde bir silah var dağıtacağım beynimi.
    Sonra ışıklar, ıssızlıklar içinde, yeniden,
    yürüsem de uğultulu bir gençlikle;
    her bıçak tenimi,
    her namlu beynimi sınar.
    Tutuklarken yangınlar acemi dilimi de,
    bir anı, bir dize kalır belki geride..
    Kirli yaşansa da günler evrilir maviye.
    Hayat, hep böyle düşünmek, düşmek;
    “düşmek” dedim de,
    düştüğüm çok oldu biliyor musun?
    ve düşürüp bir şeyleri düşündüğüm çok oldu…
    Ağlar gibi olup! da ağlamadığım;
    ağlamaz gibi durup da ağladığım,
    çatladığım çok!
    Yurtsuzdum, bunu yazdı bültenler de.
    Yurtsuzdum da yeni bir yurt kurdum kalbime.
    Sana bile vize koydum, kimlik sordum Feride.
    Ben feodal bir yaraydım belki de…
    Oysa ki iki tufandık seninle.
    Yatağını arayan iki ırmak belki de.
    Çoktandır dalgınlığımı düşürüyorum göğsüne;
    yorgunluğumu, solgunluğumu bu dar evlere…
    Ve akşamüstleri taşıtların amansızca zırladığı bu kentte,
    geceler karanlık, çiçekçiler uzak, aşklar dağınık;
    beni anlamıyorsun!
    Ve biz seninle soğuklar gibi yoksul;
    çünkü bir ekmeğin öyküsü ilişmiş kimliğime…
    Sonra geceler boyu izimi sürdü kan düşmanlarım.
    Ansızın sesimi koyacak yer bulamadım.
    Bir sesim vardı
    bas bariton.
    Onu da dağlara emanet ettim.
    Duruyor, orada, çapraz asılı silahların gizli esmerliğinde.
    Artık gözümü kırpmadan vurabilirim kendimi de; vurabilirim kendimi bir usturanın katil çeliğiyle. Ya da o bir paslı tüfekle 24.00 sonrası… Bir namlunun ansızın dağıtacağı beyni bırakabilirim bulvarda aç gezinen itlere; ardımdan kan… Kan koksun gece!
    (Bilirim cesedimin üstünde bir dal kırılır, bir yaprak hışırdar yine; orda ” kime ne” sin sen;
    alıp gidensin kendini kendinle…)
    Ölürsem heceler kalır dişlerimde.
    Ay biterse bende, ay üşürse ölmüşlüğüm kadar üşürüm ben de…
    Kalınca ömrüm ölüme
    yalnız!
    (Zaten yalnızdım…)
    Yalnızdık dağlara karşı.
    Ya kentlere?
    Kentler ki tükürsek içinde boğulacaktık.
    Sulara karşı yalnız…
    Gecenin desenine ay dokununca,
    yalnızdık.
    Yük ve türkü taşıyan o ipek yollarına bir de…
    İşte şimdi ay kanar
    ve uzakta, bozkırlarda atlar…
    Atlar…
    Atlara yalnızdık.
    Yalnızdık karanlığa Feride…
    (Şimdi vuruldu bu sevda da bir fısıltıya.
    Çiğnenmiş bir bahçedir artık ömrümüz…)
    Denizleri özlerdi Feride.
    Elleriyle atlasları örterdi;
    deniz yerlerini atlasların.
    (Herkesin bir Feride’si vardır bilmez miyim.
    Herkezin bir ayakkabısı gibi bir de şarkısı.
    Herkesin bir kimsesi vardır ben bilmez miyim;
    bir de kimsesizliği…)
    Yanmaktan değil, yakmaktan ” müebbed men” ömrümde,
    bir tutam hırçın gençlikle,
    yürüdüm takvimlerin amansız büyüsüne;
    yüreğim uçurumlar denginde.
    (Ve hangi renkte olsak da,
    kalarak bizi sarıp sarmalayan günlerin
    asıl rengine;
    rengarengine…)
    Benim ömrüm hep beyaza kandı.
    Hangi beyazı tutsam gri oluyor;
    sonra boğulup kararıyordu…
    Hiçbir beyaz
    bembeyaz;
    hiçbir yaz,
    yaz
    kalmıyordu!
    (Bütün griler eskiden beyazdı Feride…)
    Tüketmeden sevda ezgilerini bir ünlem olmak varken;
    üç mevsim ilkyaza açılırken yeşile dolmak varken,
    yerküreyi sarmaşık gibi sarmak, tek telden her tele bir
    akort olmak, dorukların dağlarına tutunup kalmak, meydanlarda, halaylarda diz kırıp gülmek varken; sen sar ve sor beni bırakıp gitmek varken…
    Çünkü sana gelmiştim, dağılmıştım, sevmiştim;
    en umulmaz o sularda vurgun yemiştim…
    (Artık sen … Sen Feride olsan da,
    bana böyle delice göz kırpan yeryüzüne kansam da,
    kansam da mahvolmuşum kız, mahvolmuşum!)
    Her yağmur bir gök bulur elbet kendine; her yeşil bir dal, her su bir damla, her ateş bir kül, her takvim bir yıl bulur kendine! Her yangın bir duman, her öğrenci bir okul, her artı bir eksi, her yol bir taşıt, her soru bir yanıt.
    Her Aragon bir Fransa,
    her Fransa bir Elsa…
    Her Karacaoğlan bir zülüf (yeter ki bakmayı bilin, her yârin bir zülfü vardır); her ressam bir tuvâl, her kış bir ayaz, her kitap bir okur, her şarap bir adam bulur kendine; (yeter ki şarap, şarap olsun, içen çıkar…)
    Her deniz bir martı, her ömür bir tufan, her rüya bir uyku, her nota bir şarkı, her mezar bir ölüm, her ağaç bir kök, her dağ bir duman, her güneş doğacak bir kuytuluk bulur ya kendine,
    bulur ya;
    ben
    senden
    başka
    sen
    bulamam…
    Bulamam!
    Paramparça kıldım şiirimi,
    Sonra aşk: Sonra!
    Ve gittim yüreğimde kan gülleri.
    Siz de o aşkın teninde dinamit sayın beni!/
    1989/ Bağlar, Diyarbakır

Комментарии •