*Birbirimizle İmtihan* İşte, temelinde bu espri bulunan İslâmiyet’i yaşarken bizim de, o birliğe ulaştırabilecek tavır ve davranışları iradî olarak sergilememiz lâzımdır. Unutulmamalıdır ki; biz başka vesilelerle olduğumuz gibi birbirimizle de imtihan oluyoruz. Yani, Cenâb-ı Allah bizi bir kısım hâdiselerle ve şerirlerin şerleriyle imtihan ettiği gibi kendi kardeşlerimizle de imtihan ediyor. Kur’ân-ı Kerim de, “Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik” (En’am, 6/53) buyuruyor. Öyleyse biz, diğer mü’minlerle aramızdaki her münasebeti imtihanın ayrı bir yönü olarak ele almalı, bütün menfi duygu, düşünce ve tavırları imtihan unsurları olarak görmeliyiz. İnsan bir imtihanda olduğunu daha baştan kabul etmezse, en yakın daireden küfür dairesine kadar herkesin onunla uğraştığına, elini attığı her dalın kırılıp her yerin sarsıldığına, herkesin ona karşı düşman vaziyeti aldığına inanır. Oysa, bunların birer imtihan vesilesi olduğunu kabul etse, o türlü bütün mülâhazalar eriyip gidecektir. Sürekli şoku yaşanan çirkin yüzlü toslamalar gayet mûnis, inşirah veren hâdiseler haline gelecektir. Ama biraz katlanmak gereklidir. Bizler beşeriz, dolayısıyla bir kısım kusurlarımızın olması gayet normaldir. İnsanları teker teker deşeleseniz; az konuştursanız, bir psikanalize tâbi tutsanız, hemen herkesin kendi arkadaşlarına karşı neler neler döktürdüğünü görürsünüz. Bu beşer tabiatında vardır. Onun için, biraz sadrı geniş, sinesi yumuşak bir insan olmaya çalışmalı. Önüne çıkan dağları tepeleri aştığı gibi dost ve arkadaşlarının kusurlarını da kulluk yolundaki akabeler olarak görmeli ve onları da sabır, hoşgörü ve hilmin kanatlarını kullanarak aşmaya gayret göstermelidir. İnsan ebedî saadete talip olduğundan, en başta şunu düşünmesi gerekir: Biz ucuz bir şeye değil, ebedî saadete talibiz. Üstad Hazretlerinin Yirminci Mektup’ta verdiği ölçüler içinde “dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatına ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir “Cemîl-i Zülcelâl”in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna” talibiz. İşte, ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nisbetinde de ceremeye katlanmamız, mağrem altına girmemiz iktiza eder. O büyük hedefe yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan sevmediğimiz tavır, söz ve davranışları o kutlu hedef hatırına baştan kabul etmek, imtihan vesilesi bilmek ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak gerekir. Öyleyse, keşke insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilsek... Keşke başkalarının hatalarına karşı gözsüz, kulaksız ve dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek, duymasak ve dile dolayıp mukabelede bulunmasak ve Allah’ın bizi affettiği, Peygamber’in affa âmâde olduğu ve bazı has kulların affetmeyi tabiat haline getirdiği gibi bizler de herkesi affedebilsek. İslâmiyet, insanların kusurlarını araştırmamayı, gayr-i ihtiyarî olarak gördüğümüz zaman da göz yummayı ve onları affetmeyi sadaka saymıştır. Affı esas alan insanları senâ makamında Kur’ân-ı Kerim “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutar ve insanları affederler...” (Âl-i İmran, 3/134) demektedir.
*Birlikte Yaşama Ahlâkı* Îsar ruhunu yaşatmak lâzım. Başkalarının hissiyâtıyla, başkalarının ihtiyacıyla kendimizi doğrudan mesul görmeliyiz. Yanımıza gelen her insana, ihtiyacını giderme adına aç mı, açık mı, istirahati mi gerekiyor, sormalıyız, yedirmeliyiz, içirmeliyiz. Bu duygu çok önemli. Ama maalesef, pek çok insanda “başkaları için yaşama ruhu”nu tam mânâsıyla göremiyorum. Bu da beni çok üzüyor. Sofradasın, arkadaşının önünde ekmeği yok, sofraya uzak kalmış, kimsenin bunu görememesi beni pek üzüyor. Bir de bizimle beraber çalışan, hizmet veren elemanları soframızdan ayrı bırakmak, onlarla aynı sofrayı paylaşmamak doğru değildir. Bize düşen, insan olarak herkesi aziz bilmek ve aziz tutmaktır. Ayrıcalığa düşmek bizim ahlâkımızla, peygamberî ahlâkla bağdaşmaz. Ayrı mekânlarla, ayrı makamlarla, ayrı imkânlarla kendinizi insanlardan ayırmayın. İnsanları küçük görmeyin. Ne iş yaparlarsa yapsınlar, herkesi aziz bilin, aziz tutun; yemeğinizi, sofranızı onlarla paylaşın. Farklı muamelelere girmekten sakının. “Fâni dünya” demek kolay; fakat onun fânî olduğunu hissetmek çok zordur. Rabb’im hissettirsin.
*Birbirimize Karşı Kalb İstikametini Koruma* İnsanların birbirine karşı kalb istikametini korumaları çok önemlidir. Gönüllüler hareketi için ise bu önemli olmanın çok ötesinde bir vazife ve vecibedir. Bu konuma ulaşmak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Bunlar şöyle sıralanabilir: 1) Başkalarının düşüncelerine saygı göstermek. Mesela, akıl, mantık ve muhakeme kendi görüşümüzü yüzde yüz doğrulasa, riyazî kriterler aksine ihtimal vermeyecek ölçüde bizi desteklese bile, kendi düşüncemiz ve görüşümüzde diretmek karşı tarafı hafife almak demektir ve ciddî rahatsızlık doğurur. Herkesin tercih edilecek güzel yanları vardır. Eğer bunlar başkaları tarafından zamanında görülüp takdir edilmez ve alkışlanmazsa rencide olurlar. Önleri kapanır ve bir türlü inkişaf edemezler. Onun için hem kabiliyetlerin inkişafı hem de mutlak mânâda insana saygı adına bu şekilde hareket etmek gerekir. Aramızdaki vifak ve ittifaka halel gelmemesi için kendi doğrularımızın onlar tarafından anlaşılabilmesi için uzun müddet beklememiz de gerekebilir. Bu arada şu husus unutulmamalı; görüş alış verişine medar olan konular hakkında âyet veya hadis yoksa, herkes kendi düşünce metodlarına, hayat tecrübesine bağlı olarak bir şeyler üretiyorsa bizim düşüncemizin en doğru olduğuna kim karar veriyor? Bu açıdan başkalarının düşüncelerini kuşkuyla karşıladığımız kadar, kendi düşüncelelerimize de kuşkuyla bakmasını bilmeli, “Ben yanılabilirim, sen haklı olabilirsin” diyebilmeliyiz. Söz buraya gelmişken istişare âdâbı ile ilgili bir noktaya dikkatlerinizi çekeyim; istişare ferdî, ailevî, içtimaî her türlü meselelerimizin çözümünde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Ama istişare etmek kavga etmek değil, terbiyesizce birbirimizi eleştirmek değildir. Hele istişare hiçbir zaman tartışma demek değildir. Tartışmanın kelime olarak yüklendiği mânâ kavgadır, çatışmadır, insanın kendisine ve başkasına saygısızlık etmesidir. Televizyonlarda gördüğümüz adı üzerinde tartışma programları maalesef bizim ahlâkımıza tesir etti. Üniversitelerde görevli hocaların, devleti yönetmeye talip siyasîlerin, bürokraside yıllarını vermiş eski tabirle kocamış, tecrübeli insanların sergiledikleri manzara maalesef fikir teatisi anlamına gelen istişareyi gerçekten tartışmaya çevirdi. Hâlbuki onun bizim dünyamızda belli âdâb ve erkânı vardı. Düşüncelerini kavl-i leyyin ile ifade etme, bunları başkalarına dayatmama, “Doğru budur, gerisi toptan yanlıştır” felsefesi ile hareket etmeme, yanlışlıkları nazara verirken incitici olmama gibi... Bakın Kur’ân-ı Kerim ifade üslubuna ait “Başkalarının ilâhlarına bile uygunsuzca sözler söylemeyin” diyor. Unutmayın, başkalarının düşüncelerine saygılı olmazsanız, size de saygılı olmazlar. Siz saygısızlık yaparsanız saygısızlığa muhatap olursunuz. Bir başka örnek: Sahabe-i kiram, Efendimize (sallallahü aleyhi vesellem) “Kimse anne ve babasına sövmesin, buyuruyorsunuz. İnsan nasıl kendi anne babasına söver ki?” diye taacüp içinde sorarlar. Efendimiz bunun üzerine şöyle buyuyur “Siz başkalarının anne babalarına söversiniz, onlar da kalkar sizin anne ve babanıza söver. Böylece kendi anne babanıza sövmüş olursunuz.” 2) Kalb istikametini korumada ikinci husus feragat ve fedakârlıktır. İnsan iradî bir varlıktır. Bu açıdan her insanın kendine has düşünceleri, tercihleri, arzuları ve istekleri vardır. Onların gerçekleşmesi kimileri için hayat memat meselesidir. Kimileri içinse değil. Vifak ve ittifakın korunması ana gaye olduğuna göre bazen bazılarının düşüncelerinden feragat ve fedakârlık yapması gerekir. 3) Birbirinizin gıyabında söylenen ve yazılan sözler. Daha önceleri çeşitli vesilelerle defalarca ifade ettiğim gibi dostlar, kader birliği yapan insanlar birbirlerinin gıyabında onları medh u sena edici, iyi yanlarını ön plana çıkartıcı sözler söylemeli, konuşmalar yapmalı, hatta mektuplar yazmalıdır. Bunun kalb istikametini sağlama açısından şu faydası var: Eğer birisi arkadaşını başkalarının yanında medh u sena etti veya onunla ilgili destanvâri, âşıkane mektuplar yazdı ise, bir başka zaman onunla yüz yüze geldiğinde veya gıyabında konuşmak zorunda kaldığında öncekilere ters, nâsezâ nâbecâ sözler söyleyemez. Bir bakıma önceki sözler ve mektuplarla kendini bağlamıştır o. Kaldı ki gıybet de sû-i zan da haram. Gurbet Ufukları M. Fethullah Gülen
*Arkadaşları Sorgulama* Bu meselenin üç buudu vardır: Birincisi; biz kardeşlerimizle bile imtihan oluyoruz. Bu baştan kabul edilmeli ve imtihanı başardığımız zaman Allah Teâlâ’nın kalblerimiz arasına sevgi köprüsü kuracağı bilinmeli. Bir imtihan geçiriyoruz. Bu imtihan belki bizim sabır, hoşgörü ve tahammülümüz neticesinde lehimize sonuçlanacak ve derken bizim arzu ettiğimiz şeyi Cenâb-ı Hak yaratacak, bir irtibat meydana getirecek kalbler arasında. İkincisi; bu neticeye ulaşmak için her fert kendine düşeni yapmalı, başkalarını takdir ve kabul etmeli. Üçüncüsü de; bu takdir ve kabulünü ister kendisine söylemeli, isterse de gıyabında; ama kardeşinin kulağına gidecek şekilde dile getirmeli ve böylece fert kendisini bağlamalı, bu hususta nefsini ikna etmeli. Bir de bu meselenin negatif yönü, yani, arkadaşlarımızı sorgulama hususu vardır. Eğer hatırımızı sayıyorlar ve sözlerimizi kaldırabiliyorlarsa, yüz yüze geldiğimizde onlara eksiklerini ve hatalarını söyleriz. Bunu yaparken de, gurur ve çalımdan, el ayak hareketleri ve mimikler gibi Allah’ın sevmediği şeylerden kaçınmaya dikkat ederiz. Dolayısıyla onlara bir şey anlatırken kalblerinin buna tepki göstermesine meydan vermeyiz. Eğer doğrudan söyleyemeyeceksek bir topluluk içinde ortaya konuşur, onun da kendi payını almasını umarız. Ama kat’iyen hiç kimsenin hiçbir yanlışını gıyabında konuşamayız. Birisi hakkında alaylı ve tenkit ima eder şekilde “Falan mı? Hâ!” dememiz, göz ucuyla onu işaret etmemiz bile mü’mince bir tavır değildir. Kur’ân alaylı bir işareti bile gıybet sayıyor; “Veylün likülli hümezetin lümezeh! (Vay haline her türlü hümeze ve lümezenin; yani, insanları arkadan çekiştiren, küçük düşüren, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin!)” (Hümeze, 104/1) diyor. Evet, birinin paltosunun uzunluğunu kısalığını bile serrişte etmeyi din gıybet sayıyor. Ve bu gıybeti bir hadis-i şerif en yakın mahremiyle zina etme ölçüsünde büyük günah olarak anlatıyor. Kim bu kadar alçalabilir ki? Şimdi hem bir taraftan “kardeş” diyeceksin, bir taraftan da en ufak bahanelerle tenkit ve gıybetlere gireceksin. O insan, sevgi adına kulağına giden şeylerle sana karşı nasıl ciddî bir alâka duyacaksa, bu çirkin söz ve tavırları duyunca da ciddî bir öfke ve kin hissine kapılacaktır. Daha sonra iyi şeyler söylesen bile, “Acaba ne mülâhazası var?” diye kuşkuyla karşılayacaktır sözlerini. İnsan daha baştan diline kilit vurmalı, hiçbir kardeşi hakkında gıyabda konuşmamalıdır. Birini çekiştirmek, birinin gıybetini etmek çok kötüdür. İnsan sonuçta özür dileme mecburiyetinde kalacağı bir işi yapmaktan daha işin başında uzak durmalıdır. Fakat bir şekilde bu günaha girmişse; birine iftira etmiş; birini çekiştirmiş; birine, duyduğu zaman rencide olacağı bir şey söylemişse, bu çirkin işi bir daha yapmaması için hemen ilk karşılaşmada gıyaben ne demişse yüz yüzeyken de aynı şeyleri söylemesi, o sözlerin ağırlık ve mahcubiyetini yaşaması ve pişman olarak bir daha aynı çirkinliğe düşmemek için azmetmesi gereklidir. Bazen “Senin hakkında böyle bir şey söylemiştim” dediğiniz zaman karşı tarafın gönlünde bir ukde hâsıl olabilir. Öyleyse, neticede gidip “Hakkını helâl et!” diyeceğimiz, muhatabımızın içinde bir ukde hâsıl edecek sözlere karşı baştan tavır konmalı ve gıybete karşı ağza fermuar çekilmelidir.
*Birbirimizle İmtihan*
İşte, temelinde bu espri bulunan İslâmiyet’i yaşarken bizim de, o birliğe ulaştırabilecek tavır ve davranışları iradî olarak sergilememiz lâzımdır. Unutulmamalıdır ki; biz başka vesilelerle olduğumuz gibi birbirimizle de imtihan oluyoruz. Yani, Cenâb-ı Allah bizi bir kısım hâdiselerle ve şerirlerin şerleriyle imtihan ettiği gibi kendi kardeşlerimizle de imtihan ediyor. Kur’ân-ı Kerim de, “Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik” (En’am, 6/53) buyuruyor. Öyleyse biz, diğer mü’minlerle aramızdaki her münasebeti imtihanın ayrı bir yönü olarak ele almalı, bütün menfi duygu, düşünce ve tavırları imtihan unsurları olarak görmeliyiz.
İnsan bir imtihanda olduğunu daha baştan kabul etmezse, en yakın daireden küfür dairesine kadar herkesin onunla uğraştığına, elini attığı her dalın kırılıp her yerin sarsıldığına, herkesin ona karşı düşman vaziyeti aldığına inanır. Oysa, bunların birer imtihan vesilesi olduğunu kabul etse, o türlü bütün mülâhazalar eriyip gidecektir. Sürekli şoku yaşanan çirkin yüzlü toslamalar gayet mûnis, inşirah veren hâdiseler haline gelecektir. Ama biraz katlanmak gereklidir.
Bizler beşeriz, dolayısıyla bir kısım kusurlarımızın olması gayet normaldir. İnsanları teker teker deşeleseniz; az konuştursanız, bir psikanalize tâbi tutsanız, hemen herkesin kendi arkadaşlarına karşı neler neler döktürdüğünü görürsünüz. Bu beşer tabiatında vardır. Onun için, biraz sadrı geniş, sinesi yumuşak bir insan olmaya çalışmalı. Önüne çıkan dağları tepeleri aştığı gibi dost ve arkadaşlarının kusurlarını da kulluk yolundaki akabeler olarak görmeli ve onları da sabır, hoşgörü ve hilmin kanatlarını kullanarak aşmaya gayret göstermelidir.
İnsan ebedî saadete talip olduğundan, en başta şunu düşünmesi gerekir: Biz ucuz bir şeye değil, ebedî saadete talibiz. Üstad Hazretlerinin Yirminci Mektup’ta verdiği ölçüler içinde “dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatına ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir “Cemîl-i Zülcelâl”in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna” talibiz. İşte, ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nisbetinde de ceremeye katlanmamız, mağrem altına girmemiz iktiza eder. O büyük hedefe yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan sevmediğimiz tavır, söz ve davranışları o kutlu hedef hatırına baştan kabul etmek, imtihan vesilesi bilmek ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak gerekir.
Öyleyse, keşke insanların kusurlarından daha çok, iyi yanlarını görüp takdir edebilsek... Keşke başkalarının hatalarına karşı gözsüz, kulaksız ve dilsiz olabilsek de o kusurları görmesek, duymasak ve dile dolayıp mukabelede bulunmasak ve Allah’ın bizi affettiği, Peygamber’in affa âmâde olduğu ve bazı has kulların affetmeyi tabiat haline getirdiği gibi bizler de herkesi affedebilsek.
İslâmiyet, insanların kusurlarını araştırmamayı, gayr-i ihtiyarî olarak gördüğümüz zaman da göz yummayı ve onları affetmeyi sadaka saymıştır. Affı esas alan insanları senâ makamında Kur’ân-ı Kerim “O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutar ve insanları affederler...” (Âl-i İmran, 3/134) demektedir.
*Birlikte Yaşama Ahlâkı*
Îsar ruhunu yaşatmak lâzım. Başkalarının hissiyâtıyla, başkalarının ihtiyacıyla kendimizi doğrudan mesul görmeliyiz. Yanımıza gelen her insana, ihtiyacını giderme adına aç mı, açık mı, istirahati mi gerekiyor, sormalıyız, yedirmeliyiz, içirmeliyiz. Bu duygu çok önemli. Ama maalesef, pek çok insanda “başkaları için yaşama ruhu”nu tam mânâsıyla göremiyorum. Bu da beni çok üzüyor. Sofradasın, arkadaşının önünde ekmeği yok, sofraya uzak kalmış, kimsenin bunu görememesi beni pek üzüyor.
Bir de bizimle beraber çalışan, hizmet veren elemanları soframızdan ayrı bırakmak, onlarla aynı sofrayı paylaşmamak doğru değildir. Bize düşen, insan olarak herkesi aziz bilmek ve aziz tutmaktır. Ayrıcalığa düşmek bizim ahlâkımızla, peygamberî ahlâkla bağdaşmaz.
Ayrı mekânlarla, ayrı makamlarla, ayrı imkânlarla kendinizi insanlardan ayırmayın. İnsanları küçük görmeyin. Ne iş yaparlarsa yapsınlar, herkesi aziz bilin, aziz tutun; yemeğinizi, sofranızı onlarla paylaşın. Farklı muamelelere girmekten sakının. “Fâni dünya” demek kolay; fakat onun fânî olduğunu hissetmek çok zordur. Rabb’im hissettirsin.
*Birbirimize Karşı Kalb İstikametini Koruma*
İnsanların birbirine karşı kalb istikametini korumaları çok önemlidir. Gönüllüler hareketi için ise bu önemli olmanın çok ötesinde bir vazife ve vecibedir. Bu konuma ulaşmak için bazı hususlara dikkat edilmesi gerekir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1) Başkalarının düşüncelerine saygı göstermek. Mesela, akıl, mantık ve muhakeme kendi görüşümüzü yüzde yüz doğrulasa, riyazî kriterler aksine ihtimal vermeyecek ölçüde bizi desteklese bile, kendi düşüncemiz ve görüşümüzde diretmek karşı tarafı hafife almak demektir ve ciddî rahatsızlık doğurur. Herkesin tercih edilecek güzel yanları vardır. Eğer bunlar başkaları tarafından zamanında görülüp takdir edilmez ve alkışlanmazsa rencide olurlar. Önleri kapanır ve bir türlü inkişaf edemezler. Onun için hem kabiliyetlerin inkişafı hem de mutlak mânâda insana saygı adına bu şekilde hareket etmek gerekir. Aramızdaki vifak ve ittifaka halel gelmemesi için kendi doğrularımızın onlar tarafından anlaşılabilmesi için uzun müddet beklememiz de gerekebilir.
Bu arada şu husus unutulmamalı; görüş alış verişine medar olan konular hakkında âyet veya hadis yoksa, herkes kendi düşünce metodlarına, hayat tecrübesine bağlı olarak bir şeyler üretiyorsa bizim düşüncemizin en doğru olduğuna kim karar veriyor? Bu açıdan başkalarının düşüncelerini kuşkuyla karşıladığımız kadar, kendi düşüncelelerimize de kuşkuyla bakmasını bilmeli, “Ben yanılabilirim, sen haklı olabilirsin” diyebilmeliyiz.
Söz buraya gelmişken istişare âdâbı ile ilgili bir noktaya dikkatlerinizi çekeyim; istişare ferdî, ailevî, içtimaî her türlü meselelerimizin çözümünde vazgeçilmez bir yere sahiptir. Ama istişare etmek kavga etmek değil, terbiyesizce birbirimizi eleştirmek değildir. Hele istişare hiçbir zaman tartışma demek değildir. Tartışmanın kelime olarak yüklendiği mânâ kavgadır, çatışmadır, insanın kendisine ve başkasına saygısızlık etmesidir. Televizyonlarda gördüğümüz adı üzerinde tartışma programları maalesef bizim ahlâkımıza tesir etti. Üniversitelerde görevli hocaların, devleti yönetmeye talip siyasîlerin, bürokraside yıllarını vermiş eski tabirle kocamış, tecrübeli insanların sergiledikleri manzara maalesef fikir teatisi anlamına gelen istişareyi gerçekten tartışmaya çevirdi.
Hâlbuki onun bizim dünyamızda belli âdâb ve erkânı vardı. Düşüncelerini kavl-i leyyin ile ifade etme, bunları başkalarına dayatmama, “Doğru budur, gerisi toptan yanlıştır” felsefesi ile hareket etmeme, yanlışlıkları nazara verirken incitici olmama gibi... Bakın Kur’ân-ı Kerim ifade üslubuna ait “Başkalarının ilâhlarına bile uygunsuzca sözler söylemeyin” diyor. Unutmayın, başkalarının düşüncelerine saygılı olmazsanız, size de saygılı olmazlar. Siz saygısızlık yaparsanız saygısızlığa muhatap olursunuz.
Bir başka örnek: Sahabe-i kiram, Efendimize (sallallahü aleyhi vesellem) “Kimse anne ve babasına sövmesin, buyuruyorsunuz. İnsan nasıl kendi anne babasına söver ki?” diye taacüp içinde sorarlar. Efendimiz bunun üzerine şöyle buyuyur “Siz başkalarının anne babalarına söversiniz, onlar da kalkar sizin anne ve babanıza söver. Böylece kendi anne babanıza sövmüş olursunuz.”
2) Kalb istikametini korumada ikinci husus feragat ve fedakârlıktır. İnsan iradî bir varlıktır. Bu açıdan her insanın kendine has düşünceleri, tercihleri, arzuları ve istekleri vardır. Onların gerçekleşmesi kimileri için hayat memat meselesidir. Kimileri içinse değil. Vifak ve ittifakın korunması ana gaye olduğuna göre bazen bazılarının düşüncelerinden feragat ve fedakârlık yapması gerekir.
3) Birbirinizin gıyabında söylenen ve yazılan sözler. Daha önceleri çeşitli vesilelerle defalarca ifade ettiğim gibi dostlar, kader birliği yapan insanlar birbirlerinin gıyabında onları medh u sena edici, iyi yanlarını ön plana çıkartıcı sözler söylemeli, konuşmalar yapmalı, hatta mektuplar yazmalıdır. Bunun kalb istikametini sağlama açısından şu faydası var: Eğer birisi arkadaşını başkalarının yanında medh u sena etti veya onunla ilgili destanvâri, âşıkane mektuplar yazdı ise, bir başka zaman onunla yüz yüze geldiğinde veya gıyabında konuşmak zorunda kaldığında öncekilere ters, nâsezâ nâbecâ sözler söyleyemez. Bir bakıma önceki sözler ve mektuplarla kendini bağlamıştır o. Kaldı ki gıybet de sû-i zan da haram.
Gurbet Ufukları
M. Fethullah Gülen
Kardeşlik...;!
*Arkadaşları Sorgulama*
Bu meselenin üç buudu vardır: Birincisi; biz kardeşlerimizle bile imtihan oluyoruz. Bu baştan kabul edilmeli ve imtihanı başardığımız zaman Allah Teâlâ’nın kalblerimiz arasına sevgi köprüsü kuracağı bilinmeli. Bir imtihan geçiriyoruz. Bu imtihan belki bizim sabır, hoşgörü ve tahammülümüz neticesinde lehimize sonuçlanacak ve derken bizim arzu ettiğimiz şeyi Cenâb-ı Hak yaratacak, bir irtibat meydana getirecek kalbler arasında. İkincisi; bu neticeye ulaşmak için her fert kendine düşeni yapmalı, başkalarını takdir ve kabul etmeli. Üçüncüsü de; bu takdir ve kabulünü ister kendisine söylemeli, isterse de gıyabında; ama kardeşinin kulağına gidecek şekilde dile getirmeli ve böylece fert kendisini bağlamalı, bu hususta nefsini ikna etmeli.
Bir de bu meselenin negatif yönü, yani, arkadaşlarımızı sorgulama hususu vardır. Eğer hatırımızı sayıyorlar ve sözlerimizi kaldırabiliyorlarsa, yüz yüze geldiğimizde onlara eksiklerini ve hatalarını söyleriz. Bunu yaparken de, gurur ve çalımdan, el ayak hareketleri ve mimikler gibi Allah’ın sevmediği şeylerden kaçınmaya dikkat ederiz. Dolayısıyla onlara bir şey anlatırken kalblerinin buna tepki göstermesine meydan vermeyiz. Eğer doğrudan söyleyemeyeceksek bir topluluk içinde ortaya konuşur, onun da kendi payını almasını umarız. Ama kat’iyen hiç kimsenin hiçbir yanlışını gıyabında konuşamayız. Birisi hakkında alaylı ve tenkit ima eder şekilde “Falan mı? Hâ!” dememiz, göz ucuyla onu işaret etmemiz bile mü’mince bir tavır değildir.
Kur’ân alaylı bir işareti bile gıybet sayıyor; “Veylün likülli hümezetin lümezeh! (Vay haline her türlü hümeze ve lümezenin; yani, insanları arkadan çekiştiren, küçük düşüren, kaş göz hareketleriyle alay edenlerin!)” (Hümeze, 104/1) diyor. Evet, birinin paltosunun uzunluğunu kısalığını bile serrişte etmeyi din gıybet sayıyor. Ve bu gıybeti bir hadis-i şerif en yakın mahremiyle zina etme ölçüsünde büyük günah olarak anlatıyor. Kim bu kadar alçalabilir ki? Şimdi hem bir taraftan “kardeş” diyeceksin, bir taraftan da en ufak bahanelerle tenkit ve gıybetlere gireceksin. O insan, sevgi adına kulağına giden şeylerle sana karşı nasıl ciddî bir alâka duyacaksa, bu çirkin söz ve tavırları duyunca da ciddî bir öfke ve kin hissine kapılacaktır. Daha sonra iyi şeyler söylesen bile, “Acaba ne mülâhazası var?” diye kuşkuyla karşılayacaktır sözlerini.
İnsan daha baştan diline kilit vurmalı, hiçbir kardeşi hakkında gıyabda konuşmamalıdır. Birini çekiştirmek, birinin gıybetini etmek çok kötüdür. İnsan sonuçta özür dileme mecburiyetinde kalacağı bir işi yapmaktan daha işin başında uzak durmalıdır. Fakat bir şekilde bu günaha girmişse; birine iftira etmiş; birini çekiştirmiş; birine, duyduğu zaman rencide olacağı bir şey söylemişse, bu çirkin işi bir daha yapmaması için hemen ilk karşılaşmada gıyaben ne demişse yüz yüzeyken de aynı şeyleri söylemesi, o sözlerin ağırlık ve mahcubiyetini yaşaması ve pişman olarak bir daha aynı çirkinliğe düşmemek için azmetmesi gereklidir. Bazen “Senin hakkında böyle bir şey söylemiştim” dediğiniz zaman karşı tarafın gönlünde bir ukde hâsıl olabilir. Öyleyse, neticede gidip “Hakkını helâl et!” diyeceğimiz, muhatabımızın içinde bir ukde hâsıl edecek sözlere karşı baştan tavır konmalı ve gıybete karşı ağza fermuar çekilmelidir.
Hoş güzel ilim
Slm aleyküm hocam emekleriniz icin tesekürler. pirlanta serisini sesli kitap yapma imkaniniz var mi 🙏
60 oruç